Bu yazıda amaç, patronlu yani sermayeye dayalı, patronsuz yani okur- izleyici desteğiyle yaşayan ya da siyasi bir harekete dayalı medya üzerine konuşmak tartışmak. Kuşkusuz iktidarlardan uzak, onları eleştirmeyi öncelikli görev bilen medyadan söz ediyorum.

Gazete Duvar olayından yola çıkarak

Gazete Duvar’daki sarsıntı bir kere daha medya üzerine tartışmayı zorunlu ve gerekli hale getirdi. Bir kere daha diyorum çünkü benzer ve acı fırsatları sık sık buluyoruz. Bundan sonra da bulacağız. Gazete Duvar’dan ayrılanların açıklamalarını, sarsıntıya yol açtığı anlaşılan “patronun” yanıtını okuduk. Tartışmanın nedenlerini henüz bilmiyoruz. Görüş ayrılıklarına dayanıyorsa bu farklı görüşler nelerdir onu da bilmiyoruz. Değerli gazeteci dostum Ünsal Ünlü’nün yayınından öğrendiğim kadarıyla sarsıntının nedeni; patronun, yeni bir genel yayın yönetmeni arayışına girdiği ve bunu da görevdeki GYY’den habersiz yaptığıdır. Ama herhalde bu kadar değildir. Bir görüş ayrılığı, yönetim tarzında anlaşmazlık, editoryal bağımsızlık konusunda farklı yaklaşımlar, “muhalif” bir medya organında rastlanabilecek türden radikallik konusunda farklı değerlendirmeler, hepsi de olabilir; yakın bir zamanda daha fazla bilgiye sahip oluruz. Besbelli ki bu gerekçelerin tümüne de yer var bu sarsıntıda.

Dikkatimizi çeken genel yayın yönetmeni ile birlikte ayrıldıklarını açıklayanlar gazetenin yazar kadrosunda yer alıyorlar. Muhabirlerin, mutfakta çalışanların bu tartışmadaki yerlerini, tutumlarını bilmiyoruz ya da ben bilmiyorum. Zaten bu yazının amacı da Duvar gazetesindeki sarsıntıyı çözümlemek değil. Umarız tartışma medya açısından olumlu sonuçlar doğurur. Ayrılanlar yeniden sözlerini söyleyebilecekleri, düşüncelerini açıklayabilecekleri bir yerde, mekânda, fırsatta habere ve gerçeklere ve hakikatlere dayalı işlerine devam ederler.

Gerçekten hakikate uzanan yol

Bu yazıda amaç, patronlu yani sermayeye dayalı, patronsuz yani okur-izleyici desteğiyle yaşayan ya da siyasi bir harekete dayalı medya üzerine konuşmak tartışmak. Kuşkusuz iktidarlardan uzak, onları eleştirmeyi öncelikli görev bilen medyadan söz ediyorum. “Muhalif medya” tanımının gazeteciliğin genel ilkelerine uygun düşmediği gerekçesiyle hoş karşılanmadığını biliyoruz. Ama işte ne yapalım ki iktidarları eleştirmek tek değilse de öncelikli görev olunca “muhalif” olmak ya da öyle anılmak da kaçınılmaz oluyor. Kuşkusuz muhalif olarak sıfatlandırsak da medya gerçeklerden ayrılmamalı, muhalifliği kör partizanlığa dönüştürmemeli, gerçekleri çarpıtmamalıdır.

Öyleyse medyada birinci kural olarak gerçeklerden ayrılmamak gerektiğini vurgulayacağız. Ama aynı zamanda görünenin özünü, içeriği de es geçmemek gerekmez mi? Gerçeklerden ayrılmamak, gerçeğin yaşanılan zaman içindeki anlamını da unutmamalı diye de ekleyelim. Çünkü görünen gerçek soyutlama yoluyla somut gerçek olarak bilincimizde yeniden üretilir; bilgi olarak bize döner. Demek ki örneğin bir yolsuzluk olayını açığa çıkartmak, görünür hale getirmek gerçekse; bunun nedenlerini ortaya koymak, içeriği açığa çıkarmak, siyasetle bağını, sistemi görmek yani somut gerçeği bilincimizde yeniden üretmek zorunluluktur. Gazeteci görüntüden, görünenden yeniden somutlanmış gerçeğe, bilgiye yani hakikate ulaşmayı amaçlar. Bu hareketli süreci görmezden gelemez, görünenle yetinemez. Hakikatin, görünen gerçekten, gerçeklikten farklı olduğunu da böylece deneyimlemiş olarak habere, yazıya dönüştürebilir.

Bu arada gazeteci sınıflar üstü bir hakikatin olanaksızlığını da görecek, “görünen gerçek eşittir hakikat” türünden yanıltıcı bir sonuca da varmayacaktır. Hakikat; gerçeğin gerçekliğin yerini almaz, gerçeğin çelişkili karakterini ortaya çıkarır, onu çözer; böylece de sürekli hareket halindeki koşulların somutlanması olarak gerçeğin anlamı olur. Hakikat tarihseldir. Geçmişten farklı olan zamanımızın gerçeklerinin somutlanması, anlam kazanması olarak hakikat gazetecinin peşini bırakmayacağı olgudur. Buradan da anlarız ki tüm zamanlar için geçerli aşkın bir hakikat yoktur. İzini süreceğimiz süreç diyalektiği iki filozofun birbirini yenmek için başvurdukları bir söz düellosu olarak anlayanların “Aristo mantığının” sınırları dışına çıkamayanların ya da o sınır içinde kalmanın kolaylığını seçenlerin büyük bir kibirle reddettikleri süreçtir. Post truth üzerine kalem oynatanların da medyanın geçirdiği değişimi donuk ve umutsuz bir şekilde tasvir etmelerinin nedeni budur.

İdeolojisi olmayan dünya var mı?

Post truth ya da gerçek ötesi, post modernizmin son ürünü ya da türevi gerçekle hakikat arasındaki bu ilişkiyi reddeder. Konu üzerinde çalışanlar arasında post truth’u “gerçeğin önemsizleştirilmesi” olarak çevirenler de var, fakat kanımca post truth önemsizleştirmenin ötesine geçiyor, gerçeği toptan inkâr ediyor. O nedenle de birebir çeviriden vazgeçmemek böylece post modernizmle bağını göstermek daha yerinde olacaktır. Post truth medyaya saldırının ya da medyanın sağaltılması gereken hastalığının virüsü olduğunu da unutmadan Gazete Duvar sarsıntısına dönelim; bu olaydan çıkartılabilecek derslerden ne öğrenebileceğimizi görmeye çalışalım.

Gazeteden ayrılanlardan Metin Solmaz’ın veda tweet’i üzerinde duralım, çünkü tartışma için sağlam bir zemin oluşturuyor. Solmaz’ın tweet’lerinden bir bölüm aktaralım. Şöyle yazıyor Solmaz: “Önce Ömer Araz, sonra Ali Topuz istifa etti. Pek bir şey açıklamadan. Ben bütün hikâyeyi dinledim. Büyük oranda anladım da. Tarafımı da seçtim. Tarafım yazının başlığından belli olmuştur. Fakat bu işin bu şekilde bitmesini affedebilmiş de değilim. Bu sefer farklı olacağını düşünmüştüm. Bu sefer, “Türkiye muhalif medyası’nın klasik hikâyesinin olmayacağını düşünmüştüm.” Solmaz daha sonra önemli bir saptama yapıyor: “Klasik hikâye şudur. Bir sol geleneğe yahut hakiki bir sermayeye dayanmayan muhalif yayınlar eninde sonunda kavga dövüşle ayrılır. Aman yanlış anlaşılmasın. Bir siyasi geleneğe dayanan muhalif yayın da olmaz zaten. Olmasın. Sadece gazete olsun yeter.” Bu saptamalara katılmak zor. Çünkü bir “siyasi geleneğe” dayananlar da “sağlam bir sermayeye” dayananlar da kendi tarihimizden bildiğimiz gibi parçalanırlar. “Hakiki bir sermaye” tarifinden ne anlamalıyız çıkaramadım ama herhalde muhalif ama güçlü sermayeye sahip birilerini varsayıyor Solmaz. Böyle, hem de kurduğu medya organına müdahale etmeyecek birilerini bulmak zor, hatta imkânsızdır. Siyasi gelenekten gelenler meselesi ise daha karışık; onlarda da parçalanma sık görünen bir durumdur ama benim asıl takıldığım “bir siyasi geleneğe dayanan muhalif yayın da olmaz zaten, olmasın, sadece gazete olsun yeter” saptaması. Üzerinde duralım. Neden olmasın ki. Tam tersine siyasi geleneklerin, herhalde siyasi parti ve hareketlerle parti ya da hareketlerin yayın organları kastediliyor, en sıkı ve gerçekçi, habere saygılı muhalifler onlardır. Üstelik de onların gerçekleri yazıp yazmadıklarını tartışmadan böyle toptancı bir hüküm pek de gerçekçi görünmüyor. Eğer Solmaz, bu organlar belli bir ideolojik yaklaşımla olayları yorumlarlar, bu nedenle gerçekleri yazmazlar demek istiyorsa, kusura bakılmasın, ideolojik yaklaşımla olayları “haberleştirenlerin” başında “hakiki sermaye sahiplerinin” medyası gelir. Türkiye’nin medya tarihi devletin, hükümetlerin ve sermayenin güdümü dışında -ki bunlara ana akım deniyor- bir medya, bir iki istisna dışında görmemiştir. Yalnızca sol siyasi medya gerçeklerin peşine düşmüş, şimdi geçirdiği sarsıntı nedeniyle üzüldüğümüz Gazete Duvar ve benzerleri de sol ya da muhalif liberal, demokrat yazarlarla hayat bulmuşlardır.

***

Uzatmayalım; medyanın tek ölçütü gerçeklerle, hakikatle ilişkisidir. “Enseyi karartmayalım”, gelecek sermayeye dayalı medyanın, post truthçuların değil, gerçeğin peşinde koşan, ilkeleri unutmayan bunun için çabalayan gazetecilerin elinde yaşayacaktır…