Gazetecilik yine zor bir sınavdan geçiyor. Bir nüansla yandaşlıkla suçlanmak, başka bir nüansla hain sınıfına yazılmak olası.

Özellikle sosyal medyadaki akıntı, insanı iki kutuptan birine sürüklemeye çok müsait. Ortada gazeteciliği pek de ilgilendirmeyen sorular dolanıyor. Örneğin; “Bu mevcut iktidarın mı davasıdır, yoksa milli bir dava haline mi gelmiştir sorusu?” Siyaset bu yorumu baştan yapabilir. Hislerimiz de belli bir yönde olabilir. Ancak gazeteciliğin böyle bir lüksü yok. Gazetecilik iğneyle kuyu kazma, doğrulama işi. En azından prensip olarak böyle. Baştan “bu bir milli davadır, her iddiayı reddetmeliyiz” diye atlamak da, “ha bak buradan iktidarı yıpratabiliriz” diye her iddiayı baştan kabul etmek de eşit oranda gazetecilikten uzak meseleler. Bu arada “görmezden gelmenin” de bu iki tavırdan pek farkı yok. Yapılan haber kadar yapılmayan haber de taraf olmak ve tavır koymak sayılabilir zira.

Peki Sarraf olayında gazetecilik mesafesi ne olmalı? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nda cevaplamaya çalışacağımız soru bu.

Hangi Sarraf?
Basit bir sağlama yapalım. Çok değil, birkaç yıl önce iktidar medyasında Türkiye bayrağı önünde bir kahraman edasıyla gerim gerim gerilerek cari açığı kapattığını söyleyen ve hayırsever işadamı diye lanse edilen Rıza Sarraf’ın söylediklerinin ne kadarına inandık? Bu gazetenin okurlarının pek kulak asmadığını tahmin ediyorum. Buna karşılık işlerine gelen bir kesim de inandı, ya da inanmış gibi göründü. Peki, şu anda Amerika’da bir mahkemede konuşan Sarraf’ın söylediklerine harfiyen inanmak için elimizde ne var? Çoğunlukla hislerimiz. Peki, yeterli mi? Oysa konuşan insanın kumaşı belli. Her söylediğinden şüphe etmek için elimizde bir geçmişi var. Öyleyse burada kanaate varmak için dikkatle izlemek ve titiz bir gazetecilik çalışması yapmak şart. Daha dava sürerken, iddialar ağızdan çıktığı anda “şu şöyle olmuş, böyle olmuş” diye peşin kanaatler bildirmek gazetecilik açısından anlamlı değil. Aynı şekilde peşinen ve külliyen yalanlamanın da gazetecilikle ilgisi olmadığını söylemeye lüzum yok ama yine de altını çizelim.

Görünen köy
Bir önceki paragraftaki yaklaşımla hareket ettiğimiz zaman “görünen köy kılavuz istemez her şey çok açık değil mi?” şeklinde bir tepkiyle karşılaşmak olası. Ancak gazeteciliği bu peşin yargılarla yapınca ve bir noktada yanıltılarak yanıltınca resmin tümünü kaybetmek işten bile değil. Her şeyden önce bu davanın ardındaki “uluslararası ilişkiler ve çıkarlar” meselesini göz ardı ederek bu davayı ele almak mümkün değil. Bu da her iddia için şüphe doğurur. Peki bu şüpheler “ulusal çıkar” için mi doğar?

Elbette hayır. Çünkü gazetecilik “ulusal çıkar” gibi tartışmalı bir ifadeye de hapsedilemez. Çünkü “ulusal çıkar”ın tanımı tartışmalıdır. Hatta bugün “ulusal çıkar” gibi görünen şeyin gelecekte hiç de “ulusal çıkar” olmadığı da anlaşılabilir. Tarihte örnekleri çarşaf çarşaftır. Bu yüzden gazeteciliğin motivasyonu “çıkar” değil “gerçek”tir. Gerçeğin peşinde koşarken yanılmamak için Amerika’nın da bir devlet ve hatta bir emperyal güç olduğu ve onun da “ulusal çıkarları” olacağı gerçeğinden bir dakika bile kopmamak gerek. Gerçek, bu karşılıklı çıkar gruplarının arasında bağımsız bir yerde zira.

Çuval nasıl dikiliyor?
Sarraf Davası ile birlikte CHP’nin açıkladığı MAN Adaları belgeleri de, dün bu yazı yazıldığı sırada CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirdiği MİT Belgeleri de elbette bir gazetecilik meselesi. Bunları “sahte” diye peşinen reddenler, Sarraf Davası gibi davalarda oluşan havaya da güveniyorlar. Çünkü orada sapla samanı ayırmadan yapılan gazetecilik, karşı kutupta da bunların hepsi “darbe operasyonu” diye yeni bir çuval dikme fırsatı yaratıyor. Hâl böyle olunca yalanla gerçek, makulle abartı birbirine karışıyor ve halk son tahlilde somut gerçek yerine kanaatlerine inanmayı tercih ediyor. Gerçeklerle birlikte memleket de kaybediyor. Oysa gazeteciliğin bir ‘Sarraf titizliği’nde terazisi olmalı ki, ülke rahat bir nefes alsın. Bugünlerde en çok buna ihtiyacımız var.