17 Ağustos 1999 depreminde 20 yaşındaydım. Sarsıntının şokunun ardından sokağa çıktığımızda ortalık toz dumandı. Eskişehir’in önemli bir bölümü yıkıldı diye düşünürken, koca şehirde yıkılan tek binanın bizim ön caddede, hemen dibimizde olduğunu öğrenmem uzun sürmedi. Tek binanın oluşturduğu toz bulutunu öylece canlı gördükten sonra, bir şehrin tamamının yıkımına şahit olmanın ne demek olduğunu düşünemiyorum bile. O dönem yükselen duyarlılığı, öfkeyi ve uzun süre her yerde depremden başka bir şeyin konuşulmadığını hatırlıyorum. “Bu acı bir ders oldu ama gelecekte bir şeyler değişecek. Bu kadar büyük bir şey yaşandıktan sonra asla hiçbir şey eskisi gibi olmaz” diye umutlandığımı da hatırlıyorum. Çünkü herkes bugünden bile çok daha kararlı bir şekilde konuşuyor, televizyon ekranlarında, gazetelerde devlet, olabilecek en ağır şekilde eleştiriliyor, bu sistemin tamamen değişmesi gerektiğine dair söylevler uçuşuyordu. Üstelik o dönemin iktidarı henüz 8 aylık bir iktidardı. Hadi koalisyondaki partileri sayıp toplasak, iktidar süresi 2 yılı bile zar zor buluyordu. Üzerine bir de 2001 Ekonomik Krizi gelince, o dönem kapandı. Bugün, o depremin üzerinden 23,5 yıl ve 21 yıllık kesintisiz bir iktidar geçtikten sonra, aynı şeyleri yaşamak çok acı verici.

YENİ MEDYA NEYİ DEĞİŞTİRDİ?

Peki 23,5 yılda onun haricinde ne değişti? Bir defa, o dönemde internet yok gibi bir şeydi. İnternet, masaüstü bilgisayarlarımızdan dial-up bağlantıyla eriştiğimiz, yani depremde sokağa çıktığımızda artık erişimimiz olmayan bir şeydi. Şu anda her an internete bağlıyız. Hem kurtarma çalışmaları hem de yardım toplanması için yeni medyanın çok büyük faydasını gördük. Tam kurtarma çalışmalarının ortasında akla, hayale, mantığa ve vicdana sığmayacak bant daraltma uygulamasıyla Twitter’a erişilemeyen saatleri saymazsak, “iyi ki sosyal medya var” demediğimiz bir an bile olmadı. Evet, iyi ki sosyal medya var. Ancak sosyal medyanın ya da genel olarak yeni medyanın normal zamanlarda bize ne yaptığını, tam da bugün hatırlamak lazım.

DİKKAT!

Deprem sonrası yaşanan yıkımın bu denli büyük olmasıyla ilgili pek çok odağı suçlayabiliriz. Mevcut iktidardan onun da öncesine, müteahhitlerden yapı denetim firmalarına kadar uzayıp gider bu liste. Hatta yapı denetimindeki ihmalleri ve depreme karşı tedbirsizliği yeterince haber yapmayan medyayı bile suçlayabiliriz. Peki günümüzün yeni medya ortamında, felaket harici bir zamanda yapı denetimlerindeki ihmaller ve depreme karşı tedbirsizlikle ilgili haberler ne kadar dikkat çekebilir? Müteahhitlerin finanse ettiği medyayı zaten saymıyorum, sosyal medyada ya da bağımsız medyada, eğer yakınlarda bir deprem felaketi olmasa, deprem tehlikesiyle ilgili haberleri ne kadar gündemde tutabiliriz? Bu algoritmik rekabette, böyle bir haber sosyal medyada kaç dakika konuşulabilir? Örneğin; olası İstanbul depremiyle ilgili birçok haber, birçok program yapılıyor ama bunların hangisi, ne kadar gündemde kalabiliyor? Yine bu köşede değinmiştik, Don’t Look Up filmi bu açmazı iklim değişikliği sorununa alegori yaparak işlemişti. Giderek kısalan dikkat süremiz içinde biz buna ne kadar önem verebiliriz? Johann Hari’nin Çalınan Dikkat (Metis Yayınları, 2022) isimli kitabında referans verilen araştırmalar, ABD’de üniversite öğrencilerinin ortalama 65 saniyede bir meşgul oldukları şeyden başka bir şeye geçtiklerini gösteriyor. Tek bir şeye odaklanarak geçirdikleri sürenin ortalaması ise 19 saniye. Hadi onların başında kavak yelleri esiyor deseniz, ofiste çalışan yetişkinlerin tek bir işle ortalama ne kadar meşgul oldukları gözlendiğinde süre 3 dakika çıkmış. Bunun için kendimizi suçlayıp geçemeyiz, çünkü kullandığımız teknolojiler ve etrafımızdaki çeldiricilerin artışı buna neden oldu ve bireysel olarak mücadele etmek çok zor. Bunun uzun vadeli sonucu, demokrasilerin de altının oyulması demek oluyor. Hari’nin de belirttiği gibi “Demokrasi bir halkın gerçek sorunları teşhis edebilecek, bunları kuruntulardan ayırt edebilecek, çözüm bulabilecek, çözüm sunamayan liderlerden hesap sorabilecek ölçüde dikkat verebilmesini gerektiriyor.” Felaket günlerinde herkesin dikkatinin buraya odaklı olmasına aldanmayın, insan çok kısa sürede unutuyor. Kaldı ki, 1999’un geleneksel medya ortamında bile 17 Ağustos’tan sonra dikkatlerin depreme odaklandığı dönem çok uzun sürmedi.

NEDEN ÇÖZÜM GAZETECİLİĞİ?

İşte böyle bir ortamda, gazeteciler işini doğru düzgün yapabilse, yani hiç sansür ya da tutuklanma, yasaklanma riski olmasa bile gazetecilik yetmez. Bu felaketten gazeteciliğinin çıkarması gereken ilk ders bu. Bu köşede defalarca yazdığım ve yazacağım gibi gazeteciliğin yeni medya şartlarında kendini dönüştürmesi gerekiyor. Bu felakette bununla ilgili çok sembolik örnekler yaşandı. Örneğin; Habertürk ekibinin enkazda zifiri karanlıkta yapılan kurtarma çalışmalarına yardımcı olmak için kendi yayın ışığını kullanması ve bu ışık olmadığı zaman çalışmanın yapılamadığını ifşa etmesi, fiziksel ve sembolik bir örnekti. Aynı şekilde birçok gazetecinin, kurtarma çalışmaları için koordinasyon görevi üstlenerek çözüme katkıda bulunmaya çalışması başka bir örnek. Bu köşede daha önce defalarca işlediğim çözüm gazeteciliği pratiklerine artık daha fazla ihtiyacımız var. Yani yeni medya koşullarında gazeteci artık sadece sorunları işaret edip geri çekilmekle yetinemez. Bu sorunu çözüme kavuşturana kadar, çözüm yolları sunacak uzmanlara erişmek ve çözüm yollarını ayrıca haberleştirmek dahil pek çok şey artık gazeteciliğe dahil olmak zorunda. Bir haberin yolculuğunun artık sorunu işaret etmekle değil, sorunun çözüme kavuşmasıyla son bulduğunu düşünmeliyiz. Kuşkusuz bu da yetmeyecek, bu haberi yeterince dikkat çekici bir şekilde sunmak için yepyeni enstrümanlara ihtiyaç olacak. Yani öyle stüdyoda ya da sahada bir spiker ya da sunucunun “bildirildi, kaydedildi” tarzı sıkıcı haber metinleri okuyarak dikkat çekmesinin mümkün olmadığı bir dönemdeyiz. Bu yüzden önümüzdeki dönemde hem çözüm gazeteciliğini hem de haber sonrası gazetecilik pratiklerini örnekleriyle detaylı işlemek niyetindeyim. Çünkü bu haliyle gazetecilik yetmiyor, yetmez.