Covid nedeniyle ölenlere cenaze töreni yapılamıyor oluşu, Agamben gibi pek çok düşünür tarafından eleştirilmişti. Çünkü yas, daha çok toplumsal bir mesele öncelikle. Darian Leader, Freud’un yas tutmayı bireysel bir mesele olarak ele alışını eleştiriyordu; eğer yas tutma, toplumsallıktan arındırılırsa pek çok kişi için yas hiç gerçekleşmez. Yas tutmak, asla otomatik olarak gerçekleşen bir süreç değildir. Toplumsallıktan arındırılmış bir yas atıl, çözümlenmemiş, takılı kalacağımız ve bizi gizliden gizliye melankoliye sürükleyen bir sürece dönüşebilir. Agamben’in büyük bir tehlike olarak gördüğü, “hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan” bir toplumda, yas tutma anlamsızlaşır. Darian Leader’ın ‘Depresyon’ adlı kitabında yazdığı gibi, “yas tutarken ölenler için kederleniriz, melankolideyse onlarla beraber ölürüz.”


Bugünlerde çoğu kişiyi içine alan ‘geç kalmışlık hissi’nin arka planında, pandemiyle artık daha çok yüz yüze gelinen ölüm korkusu ve tutulamamış yas olduğu bir gerçek. ‘Geç kalmışlık hissi, yapmadan duramama, sosyal medya aracılığıyla başkalarının yaşamlarına özenerek kendine acıma ve hayatın dışında kalma endişeleriyle daha da artmış durumda. Karantina zamanlarında bu his katlanılır bir şeydi, çünkü herkes ya çalışıyor ya da evindeydi. Ama havalar güzelleşip pandemiye rağmen hayat yavaş yavaş akmaya başlayınca, bunaltı da artmaya başladı. Bunaltıya tahammülün azalması, değişen toplumsal koşullar ve umutsuzluğun derinleşmesiyle açıklanabilir. Sosyal gruplara bağlılığı azalan bireylerin kendilerini tükenmiş ve yalnız hissetmeleri kaçınılmaz; bir de buna siyasi ve ekonomik belirsizliklerin yükü de eklenince, depresyon bireysel olmaktan çok toplumsal bir meseleye dönüşmüş durumda. BirGün’de yer alan bir haberde (2 Ekim 2020), Avusturyalı, İngiliz ve Belçikalı uzmanların yürüttüğü bir çalışmada, pandemiyle birlikte depresyon vakalarının üç katına çıktığı yazıyordu.

BİR ENFEKSİYON OLARAK DEPRESYON

Depresyonla ilgili birbirinden çok farklı bakış açıları mevcut. Öncelikle, kısa süreli yaşanan depresif duygular için de depresyon denmesi ve medyada bu sözcüğün yanlış kullanımları, oldukça yanıltıcı olabiliyor. Depresyonun bakteriyel bir enfeksiyon gibi öncelikle biyolojik tedavi gerektirdiğine inanılan yaklaşım, ilaç endüstrisinin dayattığı bir durum gibi gözüküyor. Elbette, depresyonda ilaç tedavisi kaçınılmaz olabilir, ama insanı salt biyolojik bir varlığa indirgemek, sadece geçici süre semptomların ortadan kalkmasına neden olur, asıl derindeki sorunları çözmez. İnsanı bir ‘kaynak’ olarak gören, yeteneğine göre piyasada alınıp satılabilen bir ‘paket’ olarak değerlendiren yaklaşım için, ilaç ya da semptomların çabucak yok edildiği kısa süreli terapiler, oldukça rasyonel ve ekonomik olarak görülür.

BİR UYARI OLARAK DEPRESYON

Başka bir yaklaşıma göre ise depresyon bir uyarı, ne olmamız gerektiğini söyleyenlere bir karşı çıkış, bolluğun orta yerinde sefalet yaratan sistemin arızalandığını gösteren bir sonuç… Örneğin, Franco Bifo Berardi, ‘Gelecekten Sonra’da şöyle yazmıştı: “Depresyon, panik, mutsuzluk, anksiyete, korku, dehşet: Bunların her biri emeğin günümüzdeki halinin duygulanımsal koşullarıdır, bilişsel kapitalizmin ‘psiko- bombalarıdır’ ve doğal olarak her birinin kendine ait farmakoloji¬si mevcuttur.” İnsanlar, gerçekte kendilerini depresyona sokan şeyin ne olduğunu kavradıkça, sistem de değişiyor olacak. Doğayla iç içe yaşam sürmek isteyenlerin sayısı her geçen gün artıyor, toplumsal bağları yeniden kurmaya yönelik girişimler de…

Geç kalmışlık hissi, benliğin sürekli olarak güncelleştirilmesini dayatan sistemle, ölüm korkusuyla, toplumsal bağların zayıflaması ve yas tutulamamasıyla, depresyona neden olan çaresizliklerle, kışkırtılan arzularla, sınırsızlık yanılsamasıyla, haseti ortaya çıkaran sosyal medyayla ve daha pek çok şeyle ilgili… Durup içimize ve dışımıza sükunetle bakabilmeyi öğrendiğimizde, ‘yapmak’tan çok ‘olma’yı tercih ettiğimizde bize çok şey söyleyebilecek bir his…