Bugün, yarın, dün; eğer başkalarıyla konuşursa kişinin fark edeceği zaman birimleri, kavramlardır. Oysa eğer ayna yoksa sevdiklerinizin ardından bir başkasıyla konuşmamışsanız ve evinizin içinde hâlâ o duygular dipdiri duruyorsa zaman akmaz. Ama herkes, en az bir kişi bilsin ister öyküsünü, er ya da geç anlatmak ister…

‘Gece bekçisinin rüyasını gördüm!’

1

Yarım bırakılmış bir romanı, yeniden ele alıp yazmaya koyulmak, tamamlamak kolay değildir. Yaz başı Datça’da niyetim kendimi zorlayarak kışın başladığım ve hayli ilerlediğim romanı tamamlamaktı. Kurgu kafamda netti aslında. Bazen yazarken kalem direnir ya, gerçi şimdi bilgisayarda yazıyoruz, lafın gelişi öyle, bir türlü yürümedi. Sevdiğim hikâye bana direniyordu. Bir gece, henüz Datça geceleri tatlı esintiyle ruhumuzu okşarken, ileri bir saatte, sanki bir radyo sesi duydum. İçinde çalmaya başlayan bir radyoydu bu.

Bellek ne tuhaf bir varlık. Tüm yaşantınızı ipince bir valize sığdırıyor. Radyo benimle pazarlığa girişmişti. Romanında sana yardımcı olurum, ama beni işit dedi sanki. Çocukluğuma gittim. “Arkası Yarın” saatlerini iple çekerdim. Oyunları hızla ezberler, oyuncuları sesle tanırdım. Radyo düş kurma olanağı verir bolca. Bir de “Efektör Korkmaz Çakar” adı kazınmış aklıma. Anneannemle birlikte, büyük bir ciddiyetle, törensel bir duyarlılıkla sarılırdık radyomuza. Keşke ardında hep iyi haberler verse…

Sabahı sabah ettim. Bir roman ansızın gelir ve bulur seni. Ne anlattığımdan emin değildim aslında. Ancak belleğim beni öyle renkli, telaşlı ve kimi zaman ürkütücü sokaklara sokuyordu ki karşı koyamıyordum ona. Birden fazla kişi oluverdim. Hele ki radyodaki âşıkların acıklı inlemeleri yok mu? Artık uykusuzluğa dayanamayacak hale gelince kapadım bilgisayarı. Artık bir karar vermem gerekiyordu, ya yarım romanımda ısrar edecektim, ya radyonun çağrısına uyacaktım. Çoğu zaman tercih yaptığımızı sanırız ya, yalan…

2

Bağdat Caddesi’nde üç dört arkadaşla hararetli bir sohbete koyulmuştuk. Kötü bir müzik, rahatsız eden bir uğultu içinde, doğruyu söylemek gerekirse biraz da acı çekerek çözmeye çabalıyorduk meselemizi. Yanı başımdaki garson kızı neden sonra fark ettim. Hayatımda böyle bir ifade/ifadesizlik gördüğümü sanmıyorum. Hele ki bunca erkeksi görünüm, hatta irkiltici halin çekici, seksi olacağını aklımın ucundan bile geçirmem. Belki toplam üç cümle kurdu masayla. Sonraları defalarca gidip onu izlemeyi düşündüm, yapmadım. Unutmuştum…

İkinci gece Datça’da, kalemim iyice işlek hal aldı. A’nın kimliği belirirken düştü aklıma garson kız. Bellek ihtiyaç duyduğu görüntüyü, öyküyü, hatta duyguyu önüne koyar yazarın. Aradığım o garson kız gibi biriydi, evet. Yazdığımla ne kadar ilintisi vardır bilemiyorum. Ama oydu işte. Her ayrıntısını buldum, kurguladım. Soluk alıyor, isyan ediyor, düşünceli biçimde İstanbul sokaklarında dolaşıyordu. İzlemeye koyuldum. Bazı kahramanlar serseridir, biçim vermeye gelmez. Sadece onun rüzgârına kapılırsın.

Attila İlhan anlatmıştı bir konuşmamızda: İzmir Kordon’da yürürken bir kadın görmüş, eski zaman doğrudan peşine düşmek mümkün değil, uzaktan izlemiş kadını. Vapurda yanına düşmeyi başarmış. Pantolonlu, dikkat çekici makyajlı, elinde sigara olan kadını doğal olarak ayrıksı saymış. Kadınla konuştukça sıradan bir ev kadınına rast geldiğini fark etmiş. Bir başka gün, ev oturmasına gittiklerinde hayli silik, sıradan bir kadınla sohbete koyulmuş. Şaşırmış. Erotik öyküler anlatan, uçsuz bucaksız bir kadınla tanışmış.

Bana: “Kahramanlarını nerede ve hangi kılıkta bulacağın belli olmaz” demişti Attila ağabey…

3

Bu romanı yazarken sosyal medya olanaklarından faydalanmak istedim. Romancıların nasıl düşündüğünü, yazma süreçlerini hangi etkileşimle biçimlendiğini hep merak etmişimdir. Bunu genç yazarla, okurla paylaşmak için günbegün “yeniromandannotlar” adıyla yazmaya, yayınlamaya başladım. İlk paylaşımı 10 Haziran 2016 günü yapmışım, bunun neden önemli olduğunu şimdi fark ediyorum. Meğer ülkenin başına gelecekler varmış ve ben Datça’da, sabaha dek uykusuz gecelerde bu rüyayı, belki de kâbusu demek gerek, görmeye başlamışım.

Doğrusu yola çıkarkenki niyetimden farklı bir yola sapmıştım artık. İlk birkaç günlük paylaşımlarım, nasıl ikircikli bir ruh tedirginliği içinde olduğumu söylüyor. Ardından kaç zamandır cehalete, bayağılığa yenik, tutsak düşmüş İstanbul beni iyice meşgul etmeye başladı. Bazen bir kapıyı kilitler insan ve sonsuza dek bir daha geri açmaz. Kimseleri davet etmez yaşamına… Böyle bir yaşlı kadınla tanıştım. Herkesin elbet başka İstanbulları olacaktı ama bu farklıydı işte. Bir aşkı sonuna dek, tüm insanların irinli bakışlarına rağmen yaşamayı göze alan birinin artık bir dosta, tanışa ihtiyacı yoktur…

Bugün, yarın, dün eğer başkalarıyla konuşursa kişinin fark edeceği zaman birimleri, kavramlardır. Oysa eğer ayna yoksa sevdiklerinizin ardından bir başkasıyla konuşmamışsanız ve evinizin içinde hâlâ o duygular dipdiri duruyorsa zaman akmaz. Ama herkes en az bir kişi bilsin ister öyküsünü, er ya da geç anlatmak ister…

4

Roman yazarken, başkalarının kurmacalarını okumak risklidir. Etkileşim her zaman olumlu sonuç vermez, bir yandan zihin akışını sarsacağı için kurguya yanlış yere de akıtabilir. Yazarın, yazmakta olduğu zaman ne okuduğunu hep merak ederim. Datça’da yazmayla meşgulken çok okudum yine. Ama “Koku” çok etkiledi beni. Patrick Suskind’in romanı, içinde bulunduğum süreçteki sorunlarıma bambaşka sorular ekledi. İşitmeyi unutan biri, üstelik bunu yeğleyen bir kadın için koku ne demekti? Bir şehri, İstanbul’u kokusuyla tanımak mümkün mü? Ya da herkes aynı şehirde, aynı kokunun peşinden gider mi?

Bir de bellek üstüne okumaların hızlanması, kendi üzerimde yaptığım deneyler var. Şiirle haşır neşirken bir yandan, zihnimin sandık odasından Freud’a dair ne varsa buldum çıkardım. Rüyaların peşinden giderken, üstelik bir ruh hekimiyle cebelleşirken bu doğaldı kuşkusuz. Viyana’da gördüğüm psikanaliz odasını, o sandalyeyi sıkça ansıdım. Dahası, yaşlı kadının, sesini unutmuş olanın ve hekimin rüyalarını yorumlamaya çabaladım. Elbet İstanbul’da düşünmekte ve içinde, kabinde olan bitene dair bilgece bir tutum takınmaktaydı. Belki o da kilitlemişti kapısını. Tuhaf, Freud’un yaşamöyküsü ve “Rüya Yorumları”nı bir solukta okudum.

Gelgelelim bir rastlantı değildi bu elbet. Bir şehrin adım adım Nazilerin ayakları altında nasıl ezildiğini gördüm. Bilim adamı, can çekişiyordu ve rüyaları da o postallar altında ezilmekteydi… İstanbul da öyle değil miydi?

gece-bekcisinin-ruyasini-gordum-260562-1.

5

Yazar, özellikle yaratım sürecinde hep tedirgindir. Elimde olmadan Nazi dönemi kitaplarını daha çok okumaya başladım. Özellikle “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” canımı çok yaktı. Düşleri olan bir çocuğun, seven, soluk alan, aşkı, cinselliği keşfeden genç bir kızın ki yazar olmak istiyor ve belli ki Nazi’lerce canice katledilmese bunu başaracak, yazıklarını okumak sarsıcıydı. Kötüydü hava… Yaz sıcakları değil, etrafta duyumsadıklarım söyletiyordu bana. Bazen içkiye kendimi verip, esrik bir duyguya kapılıp gitmek istediğim oldu ama işte görüyordum olan biteni… Memleketin halini yazıyordum sanki… Kısa süreliğine Datça’dan İstanbul’a gelirken KHK’lerden, darbelerden ve boğulan bir şehirden çoktan söz etmiştim ben…

Dedim ya, paylaşım tarihlerim delil oldu elimde. 15 Temmuz gecesini ve sonrasını çoktan yazmıştım ben. O geceyi unutmam mümkün değil. Editörüm Handan Akdemir, sonrasında “Nereden gördün tüm bunları?” diye sordu. Kahramanlarımın rüyasına hırsızlama daldım diye geçirdim içimden. Melih Cevdet “Gizli Emir”de nerden duyduysa olacakları, ben de oradan duymuştum işte. Gece bekçisinin elindeki fenerin yönüne doğru baktım. Öfke ve acıyla nefesimin daraldığını anımsıyorum. Uzun bir süre masaya dönemedim…. İstanbul’a bakamadım…

gece-bekcisinin-ruyasini-gordum-260564-1.

6

Romanın son birkaç bölümünü Londra’da yazdım. Kendime güzel bir kahve köşesi buldum, sığındım. Virginia Woolf’un günlüğünü okuyordum bir yandan. Her yazdığım bölümü gün gün Şuşu’ya gönderiyordum zaten. Uzun aranın ardında ne söyleyeceğini merak ediyordum. Yazar mutlaka kendini bir terazide tartmak ister, haklı olduğunu duymak, doğru yolda olduğunu bilmek ister. Şuşu’nun hayreti ve sevinci hoşuma gidiyordu. Romanı benimle yaşıyor, adımlarıma tanıklık ediyordu. Hem parçaları okudu hem de bütünü…

Uzaktan İstanbul’u düşünmek, memleketin haline kederle, kaygıyla bakmak çok tuhaf… Bir yandan Woolf’un kendine ait odasını düşünüyordum, öte yandan ne zalim bir eleştirmen olduğunu okuyordum. Kendi içinde öyleydi gerçi Virginia. “Yaşamı sürdürmenin haklı bir gerekçesi var mıdır sahiden? Şuşu’ya sordum; “Bu roman yüz elli sayfayı geçmeyecek, artık sözün sonuna geldim, eksik var mı ya da sanki söylenmemiş olan?” diye.

Tek cümleye daha gereksinim olmadığını düşünüyordu Şuşu. Sonunda yayıncıma gönderdim…

gece-bekcisinin-ruyasini-gordum-260561-1.

7

Kitap kapaklarına oldum olası takıntılıyım. Handan U. günlerce gizledi benden çizdiklerini. Daha ilk gün, bir kafede rastladığım kadın imgesinin birden canlanacağını tahmin edemezdim. Boğaz’ın dalgalarında bin bir güçlükle bir yelkenli çırpınmaktaydı… Ama “mor sözcüklere tutkun” kadının saçlarında… Şaşkındım doğrusu. Bir başkası daha görüyordu işte rüyayı… Yayınevinde benim gevezeliğimle geçen ne çok toplantı yaptık. Romanla vedalaşmak zordu ve büyük bir korkunun içinde kıvranmaktaydım. Masaya yatırılmış bir rüyadan söz ediyorduk. Tüm denetimler yapıldı ve sonunda matbaa yolculuğu başladı…

Tuba Ay “Çok titizlenip, kaygılanıyorsunuz yapmayın başımıza bir iş gelecek” derken haklıymış meğer. O beni şaşırtan; en az bir kişiyi işiteceğinden emin olduğum kadının dudağı yarım geldi baskıdan. Evet evet, kitap hatalı basılmıştı. Okur bilmeyecekti ama ben biliyordum işte. Dünyam yıkıldı. Sanki kahramanlarıma, onların rüyasına ihanet etmiştim. Burnumdan soluyor, öfkemden titriyordum. Kriz masası kurulmuştu bile. On binlerce kitap yeniden döndü matbaaya. O kokusuyla sarhoş olduğum sayfalar arasında kaybolmuştum çoktan ve küfür etmek, kavgaya tutuşmak istiyordum. Nihayetinde kadının mor dudağı tamamlandı ve gece bekçisinin rüyasını herkes kendi gözleriyle görecek…

Meçhul okurun sesini duymak için sabırsızlanıyorum, en derinden gelen tedirginlikle…

gece-bekcisinin-ruyasini-gordum-260563-1.