Sabah kalktığımda gazetede “Aslı Erdoğan’ın felç riski var” haberini okudum. CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, Aslı Erdoğan’ın dört kez hastaneye götürüldüğünü, buna karşın doktor muayenesinden geçirilmediğini söylüyordu. Böyleydi işte, bu kadardı. Acı…

Westworld dizisinin sezon finalinde Doktor Ford rolündeki Anthony Hopkins, “Özgürlük için korkarım daha çok acı çekmeniz gerekecek” gibi bir şey söylüyordu, köle robota. İçimden “Daha çok acı, daha çok acı” diye tekrarlarken gözümün önüne yanan çocuklar, ölen işçiler, katliamlar geliyordu. Bu kadar acıdan sonra gelecek özgürlük, nasıl bir şey olacaktı acaba? Peki ya özgürlük gelmezse?.. Daha çok acı mı bekleyecektik, Aslı Erdoğan’ın felç olmasını mı?..

Eskiden daha hayalci biriydim galiba, Aslı Erdoğan’ı ve Necmiye Alpay’ı cezaevinden kaçırma planları yapardım kesin. Haklı olduklarını bildiklerinden kaçmazlardı muhtemelen. Haklı olmak, acının kendisi kadar mühim bir şey çünkü. Barış isteyen biri, her koşulda ve her zaman haklıdır. Roberto Bolano hayatta olsaydı, ona danışırdım ilk. O bilirdi neyin doğru, neyin yanlış olacağını. Hapisteki yazarları kaçırma örgütü kurabilirdik. İlk toplantımızda kendimizi ihbar edip tutuklatacak olsak da…

Sokağa çıktım. Paul Auster’in “Kehanet Gecesi” romanındaki Sidney Orr gibi yalpalayarak yürüyordum. “Soluğum kesilerek, kan ter içinde, bir başkasının rüyasındaki bir seyirci”, yabancı bir kentte yolunu kaybetmiş biri gibi hissediyordum. Ne zaman yabancı bir kente gitsem, ilk uğradığım yer kitapçılar olur. Kitapçılar birbirlerine benzer çünkü, kitaplar tanıdık, yabancı biri olduğumu unuturum.

Sokakta yürürken karşıma kitapçının çıkması, bu yüzden bir tür mucizeydi. Roberto Bolano’nun “Lümpen Roman”ını aldım hemen. Yeni çıkmıştı. Kitabı alıp okuyarak kasaya doğru gittim, yarılamıştım romanı, sıra vardı. Kasiyer beni tanıyormuş gibi baktı, gözlerinin içi gülüyordu bakarken. Yazılarımı bildiğinden mi, yoksa aldığım romanı beğendiği için mi öyle baktığını merak ettim. Dergilere bakıyormuş gibi yapıp izledim, kimseye gülümsemiyordu. Dönüp başka bir kitap aldım, Bolano olmayan, yine gülümseyince, ben de gülümseyerek selam verdim ve dışarı çıktım. Artık başka bir kitapçı bulmam gerekecekti. Şehirde de kitapçıların sayısı hızla azalıyordu, işim zordu.

Sokak kenarındaki kafelerden birine oturdum. Bu soğukta kimse dışarıdaki masalarda oturmuyordu, ısıtıcı da yoktu. Romanda Bianca, anne babasını trafik kazasında kaybettikten sonra birden gece kavramının ortadan kalktığını ve her şeyi daimi bir ışığın ve güneşin kapladığını söylüyordu. Suruç Katliamı’ndan bu yana yaşadığım duygu, Bianca’nın tarif ettiği gibiydi, günlerin seyri değişmişti, her şey azar azar o ışığın altında parçalanıyordu. Barthes’ın “Bir Aşk Söyleminden Parçalar”da, Stendhal’dan yaptığı alıntıyı hatırladım: “İnsan acıdan ölmez, yoksa o anda ölürdü.” O anda ölmemiştim, sonraki anlarda da; ama ölmemek, yaşıyor olduğum anlamına da gelmiyordu. Bu yüzden gece yoktu.

Solomon’un “Adalet Tutkusu” adlı kitabındaki, dünyayı değiştirme ihtiyacıyla ortaya çıkan hınçla ilgili sözleri geldi aklıma. İnsanın kendisine acımasından, kendisini çaresiz bir kurban gibi hissetmesinden kurtaracak tek şey, adalet tutkusuydu, paylaşılan acıdan güç alan… Acının çoğalması değil, paylaşılması o gücü arttıracaktı. Daha çok acı değildi çare, acıların nasıl yaşandığıydı. Şoktan çıkamamışken, ne acımızı yaşayabilir, ne de hınç duyabilirdik.

Bianca’nın, romanın içinden bana doğru başını uzatıp “Deliriyorsun” dediğini duyar gibi oldum. Bunun iyi mi, yoksa kötü bir şey mi olduğunu sordum. “Deliliğin tahammül edilemez bir acıdan kaçma yöntemi olduğu olağanüstü durumlar hariç her zaman kötü olduğunu” söyledi. Hınç ve adalet tutkusu yoksa, delilik vardı, gece yoktu…