Başlangıçta az sayıda mahalle buna dirense de bu tepkiler söndü ve şehir süratle gecekondularından arındı. Onların yerini uzayıp giden gökdelenler aldı. Şehir, daha önce hiç yaşamadığı şekilde muhafazakârlığın yıkıcı yüzünü deneyimledi.

Gecekondusuz İstanbul ve yıkıcı muhafazakârlık

1980’li yıllarda İstanbul gerçek anlamda bir gecekondu şehriydi. 40’lı yıllardan başlayarak inşa edilen gecekondu alanları hızla çoğalmış ve kentin konut stokunun yarısını oluşturur hale gelmişti. Artık onları dönüştürme zamanıydı ve bunun için ilk yasal düzenlemeler de yapılmıştı. Sermaye kentleri yeniden biçimlendiriyor ve gecekondu alanları bunun için muazzam bir imkân sunuyordu. 1989’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Nurettin Sözen, bu yeni hâkim eğilimin aksine hareket ettiği için suçlanmıştı.

1994 yılında yapılan İstanbul büyükşehir Belediyesi seçimlerinde partisi Nurettin Sözen’i değil, Zülfü Livaneli’yi aday göstermişti. Livaneli’nin seçim vaatleri arasında kentte yeni gecekondu yapımına izin vermeyeceği de yer almıştı. Ayrıca gecekondululuk hali, hâkim eğilime uygun şekilde ‘kentli’ olmak önündeki bir kültürel engel olarak tanımlanıyordu. Bu ortamda aykırı bir ses olarak şehrin muhafazakâr belediye başkan adayı Tayyip Erdoğan, gecekonduya ve gecekondulu olmaya dair görece savunucu bir dil kullanmıştı.

Gecekondu konusunda elitist dil ile muhafazakârların ‘halkçı’ dilinin karşılaşma biçimi, sonraki pratiklerle birleştiğinde Türkiye’nin modernlik serüveninin belki de en ilginç örneklerinden biri olacaktı. Bu ‘halkçı dil’ İstanbul’da üçüncü köprüye de karşıydı ve hatta İBB Başkanı seçildikten sonra Tayyip Erdoğan, İstanbul’a üçüncü köprü yapmanın kente ihanet olacağını söylemişti. Sözlerin, söylemlerin, kimliklerin yerinden çıktığı bir zamandı adeta. Sonra taşlar yerine oturacak; yıkıcı muhafazakârlık, radikal modernitenin yerini alacaktır.

TÜRKİYE ŞEHİRLEŞMESİNDE GECEKONDUNUN YERİ!

“İstanbul bir gecekondu şehridir” ifadesi genelde olumsuz yargılarla yüklü olarak hemen her zaman tedavüldeydi. Daha 1948 yılında Cemil Topuzlu, “İstanbul, giderek büyük bir Anadolu köyüne benziyor” demişti. Oysa gecekondu deneyimi yeni başlamıştı ve İstanbul’da birkaç bin gecekondu bulunuyordu. 1948’de Bayındırlık Bakanı Nihat Erim’di ve gecekondulaşmayı önleme amaçlı 5218 sayılı yasanın da mimarlarından biriydi. Gecekondu yıkımları da ilk kez o zaman sistemin gündemine girmişti. İstanbul Vali Muavini Rüştü Ülke başkanlığında hangi bölgede gecekonduların yıkılacağı ve nerelerde konut yapımı için arsa verileceği belirlenmişti. Artık gecekondu inşası kati surette yasaklanacaktı.

Bu ilk deneyimle beraber İstanbul’da belirgin bir gecekondu sektörü oluşmuş; kullanıcı/ yapıcı ayrışması o zamandan başlamıştı. Ayrıca ilk kez gecekondu tüccarları diye bir sosyal kategori ortaya çıkmış; ihtiyaç sahiplerinin yanı sıra arazi ve gecekondu satan spekülatörlere dair bilgiler basında yer almıştı.

1940’lı yıllar biterken İstanbul sadece yeni bir konut türü olarak gecekonduyla değil; bukonutlarda ikamet eden yeni toplumsal dokuyla da tanışmıştı. Bu yeni durum, yerel ve merkezi yönetim kurumlarının geleneksel siyasetinde kırılmalara yol açmıştı. ‘Milletin modern kenti’ hızla kontrolden çıkıyordu. Tıpkı o ünlü ifade de söylendiği gibi: ‘Halk plajlara akın edince vatandaş denize giremez oluyordu.’

Gecekonduları yıkma/engelleme politikalarına rağmen 1951 yılında şehirdeki gecekondu sayısı 8.500’e ulaşmıştı. Gazeteler, mesken sorununda zayıf tutumu nedeniyle İstanbul Belediyesine tepki göstermişlerdi. Ancak aynı zamanda gecekondu yerleşmelerinin gündelik sorunları da konuşulmaya başlanmış; şehirdeki gecekondu adacıklarında kamusal hizmetlerin olmaması tartışma konusu edilmişti.

1953’de, 6188 Sayılı Bina Yapımını Teşvik ve İzinsiz Yapılar Hakkında Kanun çıkarılmıştı ve gazeteler bunu “Gecekondu Kanunu” ve “Gecekondu işini halledecek kanun” gibi başlıklarla duyurmuşlardı. İlgililerin demeçlerine göre mevcut gecekondulara bir tolerans tanınmıştı ama bundan sonra gecekondu yaptıranlar ve devir alanlar bir aydan üç aya kadar hapis cezasına çarpılacaktı. Oysa sadece beş yıl sonra İmar İskan Bakanlığı kurulduğunda şehirdeki 67.000 gecekonduya tapu verilmesi bile planlanmıştı. Yani gecekondulaşma önlenemez bir olguydu.

GECEKONDULAR VE GÖÇMENLERİN BULUŞMASI

1950’li yılların sonlarına gelindiğinde şehirdeki gecekondu yerleşmelerinin demografik yapısı ilginç bir görünüm sunuyordu. Bir yandan Anadolu’nun hemen her yerinden İstanbul’a göç edenler iki yakada enformel ilişki ağları içinde satın alabildikleri arsalara (ki bu arsalar aslında kamu arazileriydi) gecekondularını yapıyor, içine giriyorlardı. Ama aynı mekânlara bazen önceden İstanbul’a gelmiş Balkan muhacirleri de gecekondu yapıp yerleşiyordu.

Bunun tersi örnekler de vardı elbette. Mesela Balkanlar’dan getirilen göçmenler için devlet, Taşlıtarla’da 2.414 konut inşa etmişti. Fakat burası aynı zamanda dahili göçmenlerin de yurt tuttukları bir gecekondu yerleşmesiydi. Daha o yıllarda 100.000 nüfusa sahipti. Taşlıtarla; Sarıgöl, Bağlarbaşı, Esentepe, Yıldıztabya, Kemiklidere, Yenidoğan, Silahtarağa ve Taşlıtarla olmak üzere sekiz mahalleye bölünmüştü. Buralarda o zamanki adıyla ‘Yugoslav göçmenler’ ile orta ve doğu Anadolu ve Karadeniz göçmenleri bir arada kalıyorlardı.

1960’lı yılların başında İstanbul, artık kelimenin sahici anlamında bir yarı-gecekondu şehri haline gelmişti. Kentteki konutların yaklaşık yüzde 40’ı gecekondulardan oluşuyor ve nüfusun yüzde 45.02’si gecekondularda yaşıyordu.

ASKERİ DARBELERİN GECEKONDU İLE İMTİHANI

1960 yılında askeri darbe ile şehirlerin yönetimi de askeri kurallara tabi hale getirilmişti. Askeri yönetim, darbenin üzerinden daha bir ay bile geçmeden “Gecekondu yapımı yasaklanmıştır” diye bir karar çıkarmıştı. Buna göre ‘inkılaptan sonra yapılan gecekondular yıkılacaktı’. Bu kararı izleyen aylarda 1.000 dolayında gecekondu da yıkılmıştı.

Ancak askeri yönetim dönemini de kapsayan beş yılda İstanbul’a 238.000 kişi akın etmişti. Kent, konut stoku bakımından bu nüfusu kaldırabilecek potansiyele sahip değildi. Yeni gecekonduların inşası kaçınılmazdı.

Benzer bir durum 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra da yaşanmıştı. Bu dönemde de Milli Güvenlik Konseyi’nin 29 no’lu bildirisine göre 2 Haziran 1981’den sonra yapılan gecekondular kesinlikle yıkılacaktı. Oysa kentin valisi Nevzat Ayaz, 1982 yılında İstanbul’da yılda ortalama 21.600 gecekondu yapıldığını açıklayacaktı. Sadece 1976’dan 1983’e kadar kentte 208.249 gecekondu yapılmıştı. Yani darbeler de işlevsiz kalmışlardı.

MEKÂNSAL VE İDARİ SİSTEMDE GECEKONDULAR

1966 yılında 775 sayılı Gecekondu Kanunu yürürlüğe girdiğinde İstanbul’da 660.000 kişi gecekondularda yaşıyordu. Kentteki gecekonduların 85.000’inde elektrik, 95.000’inde su, 130.000’inde yol bulunmuyordu. Kanalizasyon hiçbirinde yoktu. Gecekondulaşmanın bu hızı ve durumunu yeniden ele almak için mekânsal-idari düzenlemelere gidilmişti.

Bu çerçevede 1966’da İstanbul’da 134 gecekondu Tasfiye Bölgesi, 156 Islah Bölgesi ve 7 Gecekondu Önleme Bölgesi belirlenmişti. Gecekondu Önleme Bölgeleri şunlardı: Osmaniye, Küçükköy, Atatürk Çiftliği, Gülsuyu, Örnek Mahallesi, Şerifali Çiftliği ve Kanlıca. Bunlardan Atatürk Çiftliği, Şerif Ali Çiftliği ve Kanlıca boş arazilerdir. Ne var ki Gecekondu Önleme Bölgeleri de hızla gecekondu alanları olarak karşımıza çıkacaktı.

Diğer önemli bir gelişme ise önceki gecekondu yerleşmelerinin bir kısmında belediyelerin kurulmuş olmasıydı. Bunlar; Avcılar (1966), Yakacık (1966), Güngören (1966), Sefaköy (1967), Alibeyköy (1967), Hadımköy (1969), Celaliye (1969), Soğanlık (1969), Esenler (1970), Kemerburgaz (1971), Selimpaşa (1971), Yenibosna (1971), Dolayoba (1971), Çınarcık (1971), Yeşilbağ (1975), Kocasinan (1976), Halkalı (1976), Yahyalar (1977) belediyeler idi. Buralar aynı zamanda birer gecekondu alanlarıydı.

İstanbul Belediyesi’ne göre 70’li yılların başında kentte bir milyona yakın nüfus gecekondularda oturmaktaydı. Ayrıca İstanbul’da her yıl, 40.000- 50.000 kişiyi barındırabilecek kadar 9.000 ya da 10.000 gecekondu yapılıyordu. 1 Mart 1976 tarihinden önce yapılmış gecekondulara af getirileceği söylentisi üzerine sadece 15 günde 10.000’den fazla gecekondu yapılmıştı. Eskiden daha çok şehrin dışında kurulan gecekondular artık Boğaziçi’nde çoğalıyor; Kuruçeşme başta olmak üzere birçok yerde bizzat muhtarlar ve bazı Belediye Meclis Üyeleri iştirak ediyorlardı. Kamu görevlilerinin hazine arazilerini parselleyip sattıkları yönünde belediyeye yüzlerce ihbar geliyor fakat Vilayet ve Belediye buna müdahale etmekte yetersiz kaldığını açıklamıştı.

'GECEKONDU KURULTAYLARI'

Gecekondu olgusu sistemiçi partiler arasındaki politik gerilimlerin de önemli bir konusuydu. 25.04.1976’da CHP Gençlik Kollarının öncülük ettiği ‘Gecekondu Kurultayı’ yapılmıştı. Aynı gün Başbakan Demirel’e ‘bozuk düzenden hesap sorulacağı’nı içeren telgraflar gönderilmişti. İstanbul Spor ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen kongreye 64 gecekondu yerleşiminden 954 delege ve büyük bir halk topluluğu katılmış; “yaşasın halk iktidarı”, “demokratik sol gerçek ulusçu yolu olacaktır”, “gecekondu ak kondu olacaktır” gibi afişler asılmıştı. Kongreye CHP Genel Başkanı Ecevit de bir telgraf göndererek, gecekondu halkının sorunlarını görüşmek amacıyla düzenlenen kongrenin CHP’ye ışık tutacağını ifade etmişti. CHP’li belediye başkanları ve İstanbul CHP milletvekillerinin bir bölümünün de yer aldığı kurultayda kırk delege, gecekondu mahallelerinin sorunlarını içeren konuşmalar yapmışlardı.

Dönemin bir özelliği de kentte sosyalist hareketin gecekondulaşma sürecine müdahil olmasıydı. Bu durum gecekondu bölgelerinin bir mücadele mekânı olmasından, gecekondunun mekân olarak mücadelenin bir aracı olmaya başladığını gösteriyordu. 1970’li yılların ikinci yarısında İstanbul’da 1 Mayıs Mahallesi sistemdışı bir mücadele örneği olarak kurulmuştu. Tabii ki tek örnek değildi. Güzeltepe (Eyüp) ve Gülsuyu (Maltepe) gibi örnekler de vardı. ‘Gecekondu Yıkımına Karşı Direnelim’, ‘Gecekondu Hakkımızı Söke Söke Alırız’ gibi sloganlar ve yazılar sosyalist gazetelerde sıklıkla yer alıyordu.

SONUÇ: YIKICI MUHAFAZAKÂRLIK

Başa dönersek, 1990’lı yıllarda gecekondu konusunda elitist zihniyete karşı muhafazakâr bir ‘halkçı’ söylem de gelişmişti. Aslında bu, geleneksel sol, sosyal demokrat çizgiye uygun bir söylemdi. Fakat taşlar yerinden oynamış gibiydi. O yıllarda muhafazakârlar önce İstanbul’da sonra da ülkede iktidara geldiler. İlginç şekilde ilk önce, gecekonduya dair dilleri değişti.

2000’lerin başından itibaren muhafazakârların yönettiği yerel ve merkezi iktidarların söylem ve politikalarda gecekondu, şehir mekânından temizlenmesi gereken bir ur, bir hastalık, kirlilik, çirkinlik, ve uyuşturucuyu besleyen bir yer olarak tarif edildi. Dolayısıyla en etkili biçimde nasıl tasfiye edileceği üzerine politik stratejiler geliştirildi. Merkezi hükümetler bu süreçte gecekonduyu temizlemek için yerel yönetimleri güçlendirmeye çalıştılar. Bunun yeterli olmadığı durumlarda “merkezi bir müdahale” için yeni yasal düzenlemeler yaptılar.

Sonra gecekondu dönüşümü başladı. Başlangıçta az sayıda mahalle buna dirense de bu tepkiler de söndü ve şehir süratle gecekondularından arındı. Onların yerini uzayıp giden gökdelenler aldı. Şehir, daha önce hiç yaşamadığı şekilde muhafazakârlığın yıkıcı yüzünü deneyimledi.

Oysa gecekondunun kent mekânından tasfiyesinin diğer yüzü aslında kent belleğinin de tahrip edilmesiydi. Sadece fiziki mekânı gerçek imgelerinden arındırdığı ve ona tek tip bir “estetik” sağladığı için değil, aynı zamanda toplumsal dokusuna da darbe vurduğu için olumsuz bir işlev görmüştü. Bugün gerçek anlamda bir gecekondu mahallesi diyebileceğimiz yer hemen hemen yoktur. Bunun için genellikle eski gecekondu mahallesi ifadesini kullanırız. Vaktiyle kent mekânının yarısını oluşturan gerçeklik artık sadece bir imgedir.

Şehir yönetimi belki hâlâ ayakta kalan birkaç gecekondunun bulunduğu küçük bir bölgeyi bir tür ‘gecekondu müzesi’ gibi koruyarak kentin geçmişini ve geleceğini birbirine bağlayabilir. Aksi halde ‘burası eskiden gecekondu mahallesiymiş’ ifadesi bir süre sonra tedavülden kalkar.