AKP’de temsil edilen siyasal İslam, istediği rejime tam olarak geçemiyor. Karşısındaki yüzde 50 duvarını aşamıyor, büyük güçlerin boyutlarını ve dinamiklerini anlamakta güçlük çektiği gerginlikleri arasında kaybolma tehlikesini seziyor, bir gün iktidardan düşerse başına gelecekleri biliyor

Geçemeyiş sancıları

Ergin Yıldızoğlu - Gazeteci-Yazar

Dünyada, Batı merkezli kapitalist sistem yapısal krizini aşamıyor. Bu yapısal kriz içinde patlak veren mali krizde, neoliberal kriz yönetim rejimi iflas etti. Ekonomik siyasi kültürel alanlarda değişimler hızlanıyor ama, yeni bir kriz yönetim rejimine geçilemiyor.

Gerek ulusal düzeyde gerekse uluslararası alanda “düzen”, yeni savaş olasılıklarına doğru bozulmaya devam ediyor.

Türkiye’de, AKP liderliğindeki siyasal İslam, projesinin son aşamasına geçemiyor. AKP rejimi, Gezi Olayı'ndan bu yana, olağanüstü yöntemlere, gittikçe daha sık baş vuruyor; rejimin totaliter eğilimleri güçleniyor. Rejimin sözcüleri tüm başarısızlıklarını yabancı güçlerin, “üst akıl” denen bir şeyin komplolarına bağlayan paranoyak söylemler üretiyorlar.
Gerek ABD yönetiminde, gerekse, Türkiye’de, küresel bölgesel karışıklıkların yaratmakta olduğu realiteyi kavrayamayan liderlerin büyük krizler yarama kapasitesi artıyor.

Dünyanın değişen halleri
Yeni bir kriz yönetim modeline geçebilmek için, bu modeli kendi ülkesinde geliştiren ve dünya ekonomisinin geri kalanına transfer etmeyi, hatta dayatmayı başarabilen bir hegemonyacı güç, ya da bir hegemonya adayı gerekir. Diğer taraftan her kriz yönetme rejimi (bu bir sermaye birikim rejimi için de geçerlidir) aslında sermaye sınıfının bir kesiminin önderliğinde ve onun çıkarları üzerinde yükselir.

Neoliberal kriz yönetme rejimi, finans sermayesinin önderliğinde gelişmişti. 1980’lerde uygulamaya konan bu yeni rejimin küresel düzeyde yeniden-üretilmeye başlamasıyla açılan yeni piyasalardan, yaşanan ekonomik genişlemeden (neoliberal küreselleşme) yalnızca merkez ülkelerdeki kapitalist sınıflar değil, çevre (bağımlı) ülkelerdeki egemen kapitalist sınıflar da, 2007 mali krizine kadar yararlandılar. Bu dönemde ABD hegemonyasındaki gerileme eğilimi kimi zaman yavaşladı, kimi zaman da kısa süreli, geçici restorasyon dönemleri yaşandı.

Ancak, şimdi başka bir noktadayız. Mali krizle başlayan büyük durgunluk içinde, yükselmeye başlamış güçlerden Rusya ve Çin manevra alanlarını genişlettiler. Rusya SSCB dönemindeki gücüne yeniden kavuşamamış olsa bile özellikle, Doğu Avrupa ve Ortadoğu platformlarında, ABD ve NATO karşısında, düzen bozucu, düzen kurucu, sabote edici, engelleyici bir büyük devlet konumuna yükseldi.

Çin ise, dünya ekonomisi içinde artan ağırlığıyla, stratejik teknoloji alanlarında gerçekleştirmeye başladığı sıçramalarla, en önemlisi, kendi ekonomik siyasi çıkarlarının önceliklerine göre, Afrika ve Asya’da yeni mekân düzenleme projelerini hayata geçirmeye başladı. Çin, gerçek anlamda bir hegemonya adayı olarak şekillenmeye başladı.

Tarih boyunca birbirini izleyen, Cenova, Hollanda, İngiltere ve ABD hegemonyası dönemlerinde hegemonyacı devletin ve kontrol ettiği coğrafyanın ölçeğinin sürekli büyüdüğünü görüyoruz. Çin’in, 1.3 milyar nüfusu, ABD’ninkine çok yakın bir yüz ölçümü, Çin’in ekonomik merkezlerinden İran, Suriye ve Türkiye’ye kadar uzanan alanda “Tek Kuşak Tek yol” projesiyle başlattığı mekân düzenleme atılımı, yakın gelecekte bu ölçek sorununu da aşabileceğini düşündürüyor.

Ölçek gerekli ama yeterli değil. Yeni bir hegemonya için yeni bir sermaye birikim rejimi, en azından yeni bir kriz yönetim rejimi alanında yaratıcı bir önderlik, bu önderliğin arkasına konacak bir siyasi-askeri kapasite, nihayet kültürel çekicilik gerekiyor.
Çin mali, teknolojik, askeri, siyasi kapasitelerini geliştirirken; 19. Parti Kongresi'nde, kültürel alanda bir atağın başladığını, artık bir hegemonya adayı olduğunu açıkladığını gördük.

Çin’in, 19. Kongre'de ortaya koyduğu hegemonya atağı, neoliberal kapitalizmin, Batı demokrasisinin karşısına “Çin tipi sosyalizm”, “Çin Modeli demokrasi” diye bir şey koyuyor. Çin, futbol, eğlence endüstrilerinde dünya çapında lider olmayı amaçlıyor; Batı'daki gibi rekabete değil işbirliğine dayanan “Aydınlanmış Çin demokrasisinin Batı'yı gölgede bıraktığını” savunuyor. Çin gelecekte küresel eğitim alanında da lider olmaya hazırlandığını açıklıyor.

Bir süredir de, tarihçiler ve jeopolitik uzmanları arasında, bir yerleşik hegemonun yükselen bir güçle karşılaştığında gündeme gelen savaş olasılıklarına ilişkin “Tükidides kapanı” olarak nitelenen durum etrafındaki tartışmalar da giderek hızlanıyor.

Jeopolitiğin iki tektonik plakası
Küresel düzeyde büyük güçler arası gerginlikler, nüfuz alanı rekabeti hızlanırken, bu dinamiklerin yerel düzeyde, yıkıcı iz düşümlerinin olmaması düşünülemez.

Bu bağlamda, Türkiye açısından en önemli gelişmeler, Ortadoğu’da, AKP’nin “Sünni İslam dünyasının liderliği” fantezilerini yıkarak şekilleniyor. Dahası IŞİD’in sözde devletinin yıkılmasından sonra, Türkiye’nin, bölge jeopolitiğinin birbirine sürtünmesi hızlanan iki tektonik plakasının arasındaki çatlağa, tarihin bir ironisi olarak, Kürtlerle birlikte düşme riski artıyor.

Bu tektonik plakaların bir tarafı Rusya-İran (arka planda Çin) ittifakından oluşuyor. Öbür tarafındaysa, ABD ve İran’ın bölgede giderek artan etkisinden korkan, petrol zengini körfez ülkeleri oluşturuyor. Yakın zamana kadar, İsrail, Filistin sorunu ve Golan Tepeleri bağlamında taktik seçeneklerle kendini sınırlıyor, Türkiye her iki eksenle birlikte iş yapmaya çalışıyordu.

Suudi Arabistan’da Prens Salman rejiminin Sünni Arap dünyasında bir hegemonya atağına kalkmasıyla birlikte, bu ikinci eksen, Türkiye’nin liderlik heveslerine son vermenin ötesinde, hareket alanını iyi daraltacak biçimde karmaşıklaşmaya başladı.

Kemalizm-Antiemperyalizm, NATO... Ya da herkes bize düşman
Dış politikası Suriye’de battıktan, düşürülen Rus uçağı olayında, acı bir biçimde iktidarsızlığının ayırdına vardıktan sonra AKP rejimi, bir süredir hem ABD-NATO hem de Rusya-İran iskemlelerine oturmaya çalışıyordu.

AKP rejimi, kendisini hızla şekillenmekte olan ABD-İsrail-Suudi ekseninin karşında bulunca, bu politikanın da iflas ettiği anlaşıldı. ABD’ye gidip kendini yakalattıran Rıza Zarrab’ın mahkemesi de tam bu konjonktür üzerinde, ABD’nin İran’ı sıkıştırma politikalarına eklenince, AKP rejiminin yere düşmemek için yalnızca Rusya-İran iskemlesine oturmaktan başka seçeneği kalmadı.

Bu sırada AKP rejimi, iç politikada bir türlü aşamadığı bir “yüzde elli” duvarına çarpmıştı. Gezi Olayı'ndan bu yana, haziran seçimleri sonrasının, FETÖ darbesi şeyinin, OHAL tasfiyelerinin, referandumdaki mühürsüz oy pusulalarının gösterdiği gibi olağanüstü yöntemlerle yoluna devam etmeye çalışıyor, zorlandıkça da, kendi saflarındaki sorunlar, liderin aklına güvensizlikler su yüzüne çıkmaya başlıyordu.

AKP liderliği, gelmekte olan genel seçimleri de düşünerek, realiteyi bir kenara koyup, tam bir cahil kurnazlığıyla dış politikadaki sorunları iç politikaya tahvil etmeye karar verdi. Ancak, rejimin entelektüellerinin realiteyle bağları çoktan kopmuştu. Yine akıllarına yatanın gerçek olabileceğini sanıyorlardı.

Bu tipler, bir türlü aşamadıkları yüzde 50 duvarını, parça sökerek yıkmak hesabıyla önce Kemalist olmaya karar verdiler. Bunu, emperyalizm karşıtlığı, “biz demokratlar emperyalizme karşı ne yapacağız” gibi absürt ifadeler izledi. Tüm siyasi ve düşünsel yaşamını Kemalizm ve Cumhuriyet düşmanlığı üzerine kuranların, Kemalist görünme çabaları gerçekten görülmeye değerdi. AKP liderliği burada da duramadı, tüm frenleri patlamış bir halde, komünistlere, popülistlere derken NATO’ya, ABD – Siyonist eksene savaş açtı.

Bu istikrarsız akla göre, Arap-İsrail stratejik ortaklığı, İsrail ile S. Arabistan’ın istihbarat paylaşımları, ortak hedef ülkeler belirleme ve ortak askeri harekât planlamaları var. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) S. Arabistan-Mısır hattında, Ürdün’ü, Irak’ı, Filistin’i yanına katmaya çalışan yeni bir cephe kuruluyor. Bu cephe “Suriye ve Irak’ın kuzeyinde Türkiye karşıtı bütün terör örgütlerine silah yağdırmasını, Suriye’nin kuzeyinden Türkiye’yi çevreliyor”... “NATO üzerinden Türkiye’nin bütün hassasiyetlerini hedef alıp ülkemizi aşağılamaya çalışıyor”, “ittifakı Türkiye’ye karşı harekete geçirmeye ülkemizi bir NATO-ABD saldırganlığı ile yüzleştirmeye çalışıyor”... “artık örgütler eliyle değil doğrudan hedef alıyor, düzmece iddianameler üzerinden kararlar çıkartarak Türkiye’ye karşı ekonomik saldırılara hazırlanıyor”...

Bu tiplerin aklındaki dünyada, Ilımlı İslam projesi de bu bin yıllık bir savaşın parçası. Bu savaş, Arap dünyasını imha edecek; Mekke, Medine rehin alınacak, Kudüs işgal edilecek. Öyleyse, “Türkiye eksenli acımasız bir direniş hattı kurmak gerekiyor.”

İyi de nasıl ve kiminle?
Türkiye, “Kuşatma altında beka tehlikesi yaşayan, devletine ve milletine açıktan saldırı olan bir ülke." “İlk iş, milli birlik seferberliği başlatmaktır. Sonra savunma hatları kurarak, ayrım yapmadan ülkedeki her ferdi vatanını, bayrağını, milletini korumaya çağırmaktır.” ... “ABD ile... Belli ki, bir gün savaşacağız"... “Ben bu işte yokum, benim malım, mülküm memleketimden önce gelir diyen bugünden ülkeyi terk etsin.”

Tüm bu hezeyanlar, akla “1984” romanındaki dünyayı getiren bir “çılgınlık resmi” çiziyor ama, arkasında bir mantık da yok değil.

AKP’de temsil edilen siyasal İslam, istediği rejime tam olarak geçemiyor. Karşısındaki yüzde 50 duvarını aşamıyor, büyük güçlerin boyutlarını ve dinamiklerini anlamakta güçlük çektiği gerginlikleri arasında kaybolma tehlikesini seziyor, bir gün iktidardan düşerse başına gelecekleri biliyor.

Şimdi, bir türlü kazanamadığı “yüzde elliyi”, bu fantastik hikâyeler ile korkutarak, parçalamak, en sağ ve şoven kesimini bak “Kemalist oldu”, “antiemperyalist mücadele veriyor” fantezileriyle yedeğine almak istiyor. Bu arada, kapitalist sınıfları, “işine gelmiyorsa memleketi terk et” mesajıyla tehdit ediyor. Bu senaryoya ikna olmayanların yakasına da hain etiketi takmaya hazırlanıyor.

Bunlar şu iki şeyi hiç anlamadılar. Birincisi, Türkiye kapitalist emperyalist sisteme bağımlı, dünya ekonomisine entegre olmuş kapitalist bir ülkedir. Kapitalizmini bağımsızlaştıramadan ülkeyi bağımsızlaştıramazsınız. Bu kapitalizmi de bağımsızlaştıramazsınız.

İkincisi, ülkenin artı değer havuzuna, ancak rant, komisyon, bağış, haraç, ahbap çavuş ilişkileri ile ulaşabilen asalak bir sınıf, kapitalist sınıflar karşısında bu konumunu, hiç bir “söylemsel ittifakla” (Discursive allience – Laclau) stabilize edemez; stabilize etmeye çalıştıkça daha baskıcı yöntemlere başvurur, savaşlardan, terör provokasyonlarından medet ummaya başlar; zorladıkça toplumun dokusu çözülür, işte o zaman beka sorunu gerçekten gündeme gelir! AKP’de temsil edilen siyasal İslam’ın projesi ülkeyi bugün bu noktaya, uçurumun kenarına getirmiştir. İleriye doğru bir adım daha atmasını engellemek için süre hızla kısalıyor.