Ne sağcıyız, ne solcu! Film eylemi reddederken

Ne sağcıyız, ne solcu!
Film eylemi reddederken aslında politik olmayı reddediyor. Bu eylemi ya da şiddete dayalı yöntemleri reddedip yerine başka bir siyaset yapma biçimi de koymuyor
‘Gecenin Kanatları’ son yılların en kötü filmlerinden biri. Her sahnesinin, her repliğinin, her mizanseninin inandırıcılıktan uzaklığı, bayağılığı ve ilkelliğiyle, çiğnene çiğnene sakız olmuş güvercin sembolleriyle, Austin Powers’den arak ‘komik’ tipleri ve bunların üstüne 12 Eylülcü ideolojik ve politik duruşuyla da ‘en kötülerden biri’ nitelemesini hak ediyor ‘Gecenin Kanatları’.  Serdar Akar gibi tecrübeli bir yönetmen müsamere düzeyinde seyreden bu filmi nasıl yapmış?
DEPOLİTİZASYONA KATKI
12 Eylülcü nitelememi hemen açayım. Film sanki 12 Eylül’ü eleştirirmiş gibi yaparak başlıyor. Son derece kötü çekilmiş açılış sahnesinde devrimcilerin yaşadığı bir evi görüyoruz önce. Dönemin 12 Eylül dönemi olduğunu televizyondan ve ‘son derece açıklayıcı’ diyaloglardan anlıyoruz. Derken sivil giyimli bir tim evi basıyor. Resmi giyimli polisleri durduran bu tim belli ki derin devlete tekabül ediyor, yüzeydeki resmi devlet o kadar da kötü olmasa gerek! Ev halkı vahşice katlediliyor. Kahrolsun 12 Eylül vahşeti mi? Hayır, hiç de değil. Film tam da Turgut Özal’ın halefi Mesut Yılmaz’ın ağzından açıkça ifadesini bulan 12 Eylül ve ANAP’ın misyon edindiği ‘depolitizasyon’ sürecine katkıda bulunmayı hedefliyor. Katliamdan kurtulan tek kişi o sırada 6-7 yaşlarında olan Gece adlı bir kız çocuğudur. Sonra film günümüze sıçrar. Gece büyümüş genç bir kız olmuştur ama mantıken olması gereken yaşın da çok altındadır (80 başlarında 6 yaşında olsa bugün 35 olması gerekirdi, oysa Beren Saat’in canlandırdığı Gece 20’lerinde). Neyse bu ayrıntılara takılmayalım. Gece anne ve babasının intikamını almak istemektedir.
Bu nedenle sol bir örgüte girmiş ve intihar bombacısı olmuştur. Sol örgütün lideri de kardeşinin intikamını almak isteyen, sekter ve otoriter bir tiptir. Solculuk, filmde görüldüğü kadarıyla intikam almak istemektir yani.
Bundan başka bu insanların hayatla bir derdi yok açıkçası filmde. Şimdi yanlış anlaşılmasın, yok devrimciler olumsuz çizilmiş yok şu yok bu gibi ilkel bir eleştirim yok filme. Sol, bir intikam isteğine indirgenmiş, örgüt elemanlarının bütün çelişkileri de bir eylemi yapmak veya yapmamağa kilitlenmiş, eleştirdiğim bu. Bu eylem de hem kahramanımızın hem de masum insanların ölümüne yol açabilecek bir şiddet eylemi olduğu için, reddedilmesi gereken bir eylem. Ama eylemi reddederken film el çabukluğuyla aslında siyaseti, politik olmayı reddediyor. Film, bu eylemi ya da şiddete dayalı yöntemleri reddedip yerine başka bir siyaset yapma biçimi koymuyor.  “Ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum, futbolcu” lafını hayata geçiriyor, öneriyor. Gece’nin aşık olduğu genç, futbolcu değilse de sporcu! Türk filmlerindeki kahramanların çoğu gibi Yusuf adında olan ve herkes gibi güvercin besleyen (bakınız: ‘Kara Köpekler Havlarken’, ‘Başka Semtin Çocukları’, ‘Pus’) gencimiz, hayat denilen yarışa bütün benliğiyle atılmıştır! Yusuf 400 metre yarışlarında rakiplerini geçmeye çalışırken, kız kardeşi de üniversiteye girme yarışında iddialı bir ‘sporcu’dur. Filmin savunduğu da bu kardeşler gibi herkesin yarışta yerini alması ve politika denilen intikam ve şiddet dünyasından uzaklaşıp, kendi yuvasını kurmasıdır. 12 Eylül şiddetinin eleştirisiyle başlayan filmin vardığı nokta 12 Eylül’ün depolitizasyon politikasının bir parçası olmaktan ibaret, ne yazık ki.
Ama filmin ideolojisinin eleştirisi, sanatsal başarısızlığını gölgelememeli. Film o kadar ilkel ki, çoğu sahnede gülmemek için zor tutuyorsunuz kendinizi. Oyunculuklar kötü, replikler kötü, hikayede mantık yok, karakter yok, inandırıcılık sıfır. Ama lafı uzatmaya da değmez açıkçası. Sinan Çetin’in ‘Prenses’iyle birlikte anılacak bir film ‘Gecenin Kanatları’. Hangisi daha korkunçtu, şimdi karar vermesi zor…

Kapitalizm: BİR AŞK Hikâyesi
Ya sosyalizm ya barbarlık!
Dünyada, Batı’yla demokrasiyi özdeşleştiren kültürlü cahil, sığ liberal entelektüel o kadar çok var ki...
Michael Moore çok zeki, çok yetenekli, yoksulların, ezilenlerin, sömürülenlerin acılarını ruhunda hissedebilen ve kendisi de işçi sınıfından gelen bir yönetmen. İyi ki var ve bugün dünyanın en çok seyredilen belgeselcisi olması mucize gibi bir şey. Moore bana öyle geliyor ki, entelektüel donanımından çok yukarda saydığım özellikleri ve gözlem yeteneğiyle kapitalizmin özünü anlamaya çalışıyor. Bu öze oldukça yaklaşıyor ama teorik bilgisinin zayıflığından yine de yüzeyde kalıyor.
BİR BARBARLIK REJİMİ
Kapitalizm ve demokrasinin birbirinin alternatifi sistemler olduğunu, geçmişte ‘altın bir çağ’ yaşandığını ve bir zamanlar şahane başkanların ABD’yi yönettiğini sanıyor. Demokrat Parti’ye ve Obama’ya her şeye rağmen hâlâ inanıyor. Bir ihtimal de şu: Moore filme yansıttığından daha akıllı ve mesela kapitalizme alternatif olarak demokrasiyi değil sosyalizmi (demokratik bir sosyalizmi ya da) koyması gerektiğini biliyor ama o kadar ileri gitmemeyi çeşitli nedenlerden dolayı tercih ediyor.
Filmlerini yapacak ve dağıtacak sermayeyi bulmakta güçlük çekmemek için ya da kuşaklar boyunca komünizm umacısıyla korkutulmuş kitleleri ürkütmemek için belki de tercihini böyle yapıyor. Filmini ‘enternasyonal’ marşıyla bitirdiğine göre bu da bir olasılık. Fakat bu spekülasyonları bir yana bırakalım. 
Sonuçta Moore bize kapitalizmin ‘barbarlık’ demek olduğunu çeşitli örneklerle anlatıyor: ABD’de nüfusun yüzde birinin nüfusun yüzde 95’in toplam servetinden daha fazla servete sahip olduğunu, demokrasi diye bir şey olmadığını, meclislerin büyük finans kurumlarının (Goldman Sachs gibi) lobisi gibi çalıştığını, pilot maaşlarının sermayenin sistematik saldırıları sonucunda inanılmaz derecede gerilediğini, dakka başı 5-10 eve haciz geldiğini, finans piyasalarının kimsenin ne anladığı ne de anlatabildiği türev ürünlerle müthiş soygunlar yaptığını ve daha başka birçok şeyi bize gösteriyor. Bütün kafa karışıklığına rağmen seyredilmesi gereken, kalbi doğru yerde duran bir film “Kapitalizm: Bir Aşk Hikâyesi”. Fakat yönetmenin önceki filmi ‘Sicko’yla kıyaslandığında, daha dağınık bir iş bu.
Tabii bulup da bunamamak lazım. Batı’yla demokrasiyi özdeşleştiren o kadar çok kültürlü cahil, sığ liberal entelektüel varken, Moore’un  “ABD demokrasiyle yönetilmiyor!” diye bas bas bağırması başlı başına müthiş önemli bir olay. Moore, kapitalizm varsa demokrasi yoktur diyor ve bu da sorunu ABD’yle sınırlı olmaktan çıkarıyor. Bunlar basit ama çok önemli sözler. Keşke bu filmi herkes seyretse.