İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer/ Suyunda yüzen balığa/ Toprağını iten çiçeğe/ Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine/ Konya’nın beyaz/ Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer… Bu şiiri en son, on beş yıl önce, bir siyaset bilimi yüksek lisans jürisinin önünde okumuştum. Onlar bana soru sordukça ben şiirle karşılamıştım çoğu soruyu. Sınavı geçtim. Ama hiçbir sınav hayat kadar öğretici olamadı yine de. Sınav kazanmamı sağlayan o şiiri şimdi, gecenin bir yarısında, bir ara sokakta, karanlıklar içinde kaldırımda oturan tanımadığım bir adama okuyordum. Oysa eve ekmek götürmem gerekiyordu. Ama eve ekmek götürmekten daha önemli anlar vardı hayatta. Oysa ben o ekmeği eve hemen götürmeliydim. Ama tanımadığım o adamın daveti bütün ekmeklerden ve sıcaklıklardan daha çekici gelmişti: “Biliyor musunuz, konuşmaya ihtiyacım var biriyle”. Çakırkeyifti. Tereddüt etmeden konuşalım dedim. Defalarca özür diledi beni yolumdan alıkoyduğu için. Kalktık bir kafeye oturduk. Bir sigara yakmaya meyletti. Garson hemen bitiverdi: “Yasak abicim”. Çocuğa baktı ters ters: “Yasak olan sigara. Bak bakalım hiç sigaraya benziyor mu şu içtiğim”. Elindekini gösterdi. Garson ikilemedi, yakıverdi. Derin bir nefes çekti. Anlattı. Dakikalarca anlattı. Arada soru soruyordu: “Lan olum ne iş yapıyorsun sen?”, “Evli misin?”, “Ne zamandır bu şehirdesin?”. Sorular sadece ilgilendiğini göstermek içindi başlangıçta. O daha çok anlatıyor ve sıklıkla özür diliyordu. Bense soruları savuşturup onu dinlemek istiyordum. “Ne iş yapıyorsun?”. “Gazeteciyim”. Sinirlendi. “Lan beni nasıl tanımıyorsun o zaman”. Sinirlendim. “Sen beni niye tanımıyorsun o zaman”. Güldü. “Neyse. Benim adım ……”. “Duydum adınızı.” İsmen tanınmış bir gazeteciydi. Mesleğin duayenlerinden. Verdiğim o kestirme cevabı düzelttim bu nedenle. “Yani ben gazeteci sayılmam. Sadece köşe yazıyorum.” Yıllarını vermişti mesleğine. Yanlış oldu bu son cümle. Hayatını vermişti daha doğrusuydu. Devam etti anlatmaya. Arada yine soru soruyordu. “Sen Ulus’u (Baker) tanır mısın?”. “Evet” dedim “Tanırım”. “Keşke” dedim “başka bir ülkede doğmuş olsaydı. Belki de dünyaca tanınmış bir filozof olacaktı”. Elindeki su bardağını vurdu masaya. “Bok tanımışsın sen Ulus’u” diye bağırdı. Şaşırmıştım. “Sen” dedi “Tarihi okumayı bilmiyorsun daha”. “Eğer Ulus bu ülkede olmasaydı Ulus olmazdı. Onu Ulus yapan burası. Onun Yılmaz Güney’e yazdığı yazıyı okudun mu? Ne diyordu orada? Yılmaz Güney o savcıyı vurmasaydı bir hiçti. Öyle olduğu için Yılmaz Güney oldu o”. Suyundan bir yudum aldı. “Tarih böyle okunur evladım. İnsan, çağıyla ve çevresiyle. Sen Ulus’u tanımamışsın.” “Doğru” dedim. “Şairin dediği gibi… İnsan yaşadığı yere benzer/ O yerin suyuna…”. Bir şey demedi. Yıllar öncesinden aklıma gelen bu dizeler bu kez boşa düştü sanki. Kalktı ve karanlığa doğru ilerledi. Ardından kalktım. Karanlıktı. Aklıma yıllar öncesinden Müşfik Kenter ve Zuhal Olcay’ın oynadığı Gecenin Öteki Yüzü’nün o müthiş sahnesi geldi. İntihar etmek üzere olan bir kadına (Zuhal Olcay) yaklaşır sarhoş adam (Müşfik Kenter). Bir süre konuştuktan sonra sigarasını çıkarır cebinden ve kadına “ateşin var mı” diye sorar. Kadın hiçbir şey konuşmadan çıkarır çakmağını ve yakar sigarayı. Adam ilk nefesten sonra der ki kadına: “Madem ateşin var ne duruyorsun gecenin karanlığında?”. Sonra arkasını döner yürümeye başlar. Tam karanlıkta kaybolmaya yüz tutmuşken bağırır: “Hey bre Karacaahmet, kara mezarlık, sana gelmiyorum işte! Var mı diyeceğin? Yorgo’nun meyhanesine gidiyorum. Daha çok beklersin, çoook”.

Tıpkı o adam gibi karanlıkta kaybolmak üzereyken yeniden seslendi bana: “Biliyor musun oğlum, dünyanın en büyük cesareti bir kadını sevmektir”. Güldüm. Çünkü tutkudan arındırılmış aşklar ve sevgiden yoksunlaştırılmış ilişkilerin elinde piç edilen sevgililer günü için hazırlanmış reklamlardan birinin altında söylüyordu bunu. Sallanıyordu. “Okuyacağım seni” dedi. Başparmağımı kaldırdım yukarıya doğru. Aklımda başka dizelerle daldım “dağılmış pazar yerlerine” benzeyen bir ülkenin karanlığının içine: “Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile/ Gelse de/ Öyle sürekli değil/ Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün/ O kadar çabuk/ O kadar kısa/ İşte o kadar.”