Abbas Kiarostami çekip gittikten sonraki gün şiddetli bir yağmur başlamıştı, bayramlık giysilerini giymiş çocuklar sokaklardaydı. Bu yağmur ona diye düşünmüştüm. Bayramlık giysilerini giymiş bu çocuklar, onu tanımasalar da, filmlerini belki çok sonra izleyecek olsalar da, onun için böyle güzel giyinmişler gibi gelmişti. Karın neden beyaz, gökyüzünün neden mavi olduğunu merak eden çocuklar gibi düşünebilen biriydi çünkü. Ve tıpkı bir çocuk iyimserliğiyle, geleceğe umutla bakıyordu, televizyonlar ve hükümetlerle bizi birbirimizden ne kadar uzaklaştırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, üzüntü ve mutluluklarımızın birbirine ne kadar benzediğini görerek, göstererek… Hatta bir söyleşisinde, insanlığın radyografik bir fotoğrafı çekilse, bütün milletlerin ve dinlerin birbirine ne kadar benzediğini görebileceğimizi iddia ediyordu. Aynı günlerde ardı ardına intihar bombacıları, yüzlerce insanın canını alıyordu.

Kiarostami, aslında bir tür gazete yazarı gibi, günlük hayatta insanları izleyerek sinema yaptığını söylüyordu. Sinemacıyı, çiçekçiye benzetiyordu bu hâliyle. Nasıl bir çiçekçi, çiçekleri yan yana getirerek bir düzenleme yapıyorsa, o da günlük hayatın içindeki anları toplayıp ayıklayarak yeniden düzenliyor ve perdeye yansıtıyordu. Sinemaya nasıl başladığıyla ilgili soruyu şöyle yanıtlamıştı söyleşilerinden birisinde: “Karlı bir gün, bebeğini kucaklamış giden bir kadın gördüm. Bebeğin ateşler içinde yandığı belliydi ve gözleri hemen hemen kapanmıştı. Arkalarından yürümeye koyuldum, gözlerimi çocuktan ayıramıyordum. Nasılsa, çocukların yaptığı gibi el salladım bebeğe. Beni hiç görmediğini düşündüm, küçücük gözleri o kadar şişmişti ki… Anne, benim orada olduğumun farkında değildi. Kavşağa geldiğimiz zaman, çocuğun elini büyük bir çabayla kaldırıp bana el salladığını hayretle gördüm. Bu beni çok şaşırttı ve duygulandırdı. Bu sahneyi etrafta kimsenin görmemesi beni oldukça etkiledi ve yaşadığım bu ânın insanlara bir şekilde gösterilmesi gerektiğini düşündüm.”

Kiarostami denilince aklıma, anlattığı bu sahne gelir hep; karlı bir gün, yoksul annesinin kucağında ateşler içinde yanan bir bebeğe el sallayan adam… Dünyaya da böyle el sallayarak gitmemiş miydi? Ona dair düşünürken Yaşar Kemal’i de anmıştım, onun çocuklarla ilgili yazdıklarını, barışa ve insana dair inancını her şeye rağmen koruyuşundaki bilgeliği… Neydi bu insanların sırrı? Doğu’nun ve Batı’nın bütün güzel değerlerini bir arada toplayabilmiş, yaşadıkları zorluklara rağmen o çocuksu saflığı ve iyimserliği, düşünme biçimini kaybetmemiş olmaları mıydı? Acı çekiyor olsalar da, her zaman her şeyin iyi yanına bakmaya onları zorlayan… Beni işte o sır büyülüyordu, kitap okuyarak, üzerine düşünülerek ulaşılamayacak, satın alınamayacak bir şeydi bu sır. Kalbini bozmadan, sadelik ve saflıkla hayatın içinde süzüle süzüle gelen kadim bilgiye kulak verebilmekle ilgili bir tercihti belki de bu sırrın kaynağı.

Kiarostami’nin filmlerini izlerken, bütün bu olup bitenin, çatışmaların, kavramların, koşuşturmacanın içinde, aslında meselenin özünü, yani “insan”ı gözardı ettiğimiz gerçeğiyle karşılaşırım hep. Katliamlardan sonra, ölen insanları birer sayı olmaktan çıkaran hikâyelerini okuyunca da aynı duygu yerleşir içime. Siyasi bir film yapmak ya da roman mı yazmak istiyorsunuz, ateşler içinde yansa da tanımadığı o adama, Kiarostami’ye el sallayan bebeği getirin gözünüzün önüne, o bebek için yazın ve film yapın, yaşayın… Günlük hayatın içinde, hemen hemen her gün karşınıza çıkan, görmediğiniz ya da görmezden geldiğiniz detaylarda gizli, dünyayı kâbusa çeviren bu kuşatılmışlıktan nasıl çıkacağımız. Kiarostami, bir şiirinde, “gecenin ve günün / sonuna inandığım kadar / hiçbir şeye / inancım yok” diye yazmıştı, hayatın devam edişindeki büyüye inanarak.