Türkiye’nin, aynı anlama gelmek üzere solun geleceği üzerine şemaların dışında konuşmanın zamanı geldi geçiyor. Konu ile ilgili önemli sorulardan biri şöyledir: Sol, sosyal demokrasiyi belirli ortak programlar çerçevesinde tartışmaya ikna edebilir mi? Bugünkü koşullarda yanıtım; hayır. İkinci bir soruya daha yanıt vermek gerekiyor: Bünyesinde farklı politik yaklaşımlar barındıran CHP ile böyle bir tartışma yürütülebilir mi?

Engeller iki taraftan da geliyor. CHP’de ortak tartışmanın gerekli ve zorunlu olduğunu savunanlar var ama etkili oldukları söylenemez. Çünkü CHP yüzünü sola değil, sağa çevirmiştir. Doğan Tılıç’ın bu konu ile ilgili önemli yazısından aktaralım; ( BirGün.27.10.2019) başka ülkelerde böyle bir işbirliğinin neden gerçekleşmediği sorusuna Portekizli bir gazetecinin verdiği yanıtı aktarıyor Doğan: “Sosyal demokrasinin kendi soluna yönelik kronik alerjisi yüzünden.”

Bu saptama Türkiye için de geçerlidir.

Tılıç’ın önemli bir diğer saptaması ise, SD’nin tabanında bu tür alerjinin olmadığı yönündedir; taban sosyalist olarak tanımlanmayı seçmektedir. Öyleyse bir başka önemli siyasetçi yazarın söylediklerini de aktaralım, -umarım genel bağlamından koparmıyorumdur,- Metin Çulhaoğlu şöyle yazdı: “Türkiye’de kendini ‘solcu’ olarak tanımlayan, belirli duyarlılıklar taşıyan ve siyaseten az çok aktif denebilecek insanlara ‘sosyal demokrat mısınız, sosyalist misiniz?’ diye sorsanız yüzde 80’inin ‘sosyalistim’ diyeceği kesindir…Ve asıl mesele, ‘bizim gibi’ sosyalistlerin bu insanlara nasıl yaklaşacağıdır.” (İleri. 10.8.2019)

Bizim sorunumuz budur. Çünkü sol henüz kendi “kabuğunu” kıramamış, siyasetin içine girmeyi başaramamıştır. Tılıç’ın yazısındaki ilginç ama öğretici bir cümle konuyu anlaşılır hale getiriyor. Konuşmaya şu cümleyle başlıyor Tılıç. “Söyleyeceklerimin bir sosyalistin ‘ideolojik deformasyon’uyla malul olabileceği uyarısını da yaparak, (...) düşüncelerimi aktardım.” (Agy)

Solun önündeki engellerden kanımca en önemlisi budur. Biz görüşlerimizi aktarırken, acaba böyle bir “ideolojik deformasyon” içine giriyor muyuz korkusuyla hareket ediyoruz. Oysa sosyalizmin teorik pratik birikimine güvenle bu korkudan sıyrılabiliriz. Tılıç’ın görüşlerini bu türden bir korkuyu üzerinden atarak aktarması örnek olmalıdır. Nihayet tartışıyoruz ve bizi “ideolojik deformasyondan” kurtaracak “bekçiler” her zaman bulunacaktır. Konuya dönelim.

Çulhaoğlunun dediği gibi “Bugün rejime karşı oluşan ‘muhalefet cephesinde’ normalleşmeye fit olma, kuvvetler ayrılığına dönüşle pek çok şeyin düzeleceğine inanma, ‘hukuk devleti’ denilen şeyi her arızanın ilacı sayma (...) eğilimleri ağır bassa bile, aynı cephe kendi içinde çok daha radikal nüveleri de barındırmaktadır. Bizce ciddi bir potansiyeldir.”

Peki burada görev kime düşüyor? “İşin kritik noktası ise, bu potansiyeli yeni bir tarihsel bloka (abç) taşıma görevinin sosyalistler dışında kimse tarafından taşınamayacak olmasıdır. Evet, mevcut rejim karşısındaki birikim düşünüldüğünde sosyalistler henüz güçsüz, etkisiz ve ‘marjinal’ durumda olabilirler. Ancak bu, tarihsel blok ihalesinin başkaları tarafından da üstlenilebileceği anlamına gelmez.” (İleri.10.8.2019)

Sanırım artık kaldığımız yerden devam edemeyeceğimiz anlaşılmıştır; geldiğimiz yerden sürdüreceğiz. Öyleyse 21.yüzyılın sosyalizmi için yeni bir gözle teorik pratik birikimi üstlenmek; mevcut düzeni eleştiren geniş kesimlerin eylemine müdahil ve etkin olma çabasını yoğunlaştırmak gerekmez mi?