Biraz gecikmiş bir yazı bu. Ama o gün uyanıp gözlerime inanamadığımdan beri toparlayıp anlatmam gereken bir şeyler var. Son yılların kişisel ve toplumsal bakiyesi ile ilgili. Hep beraber yaşadığımız bir dönemle, bu dönemin içindeki gelgitler, trajediler, öfkeler, umutlarla ilgili. Bahsettiğim gün, birkaç saat için Twitter’daki en popüler tartışma konularından birinin Tanıl Bora olduğu gün.

Tanıl Bora’nın kim olduğunu ve kıymetini hele BirGün okurlarına anlatmaya gerek yok. Varlığının ve ürettiklerinin benim için ne kadar değerli olduğunu da bir gazete yazısında anlatabilmenin imkanı yok.

Aklım erdiğinden beri takip etmeye çalıştığım, sadece Medeniyet Kaybı ve Türkiye’nin Linç Rejimi kitapları sebebiyle bile yaşayan en önemli Türkiyeli aydınlar arasında sayılması gereken, ayrıca şiiri de matematiği de eksik olmayan mükemmel futbol yazılarıyla bambaşka bir alanın da hakkını veren, sahada basmadık yer bırakmayan çok mahir bir oyun kurucu, bir siyasal bilimler Xavi’sidir benim nezdimde.
Yani, Tanıl Bora’nın yazdıklarının popüler bir mecrada tartışılması beni normalde sadece mutlu eder: konuyu değiştirebilmiş olduğumuzu gösterir, verimli bir alanda olduğumuz kesin gibidir, normalde yapmadığımız ve aslında ne zamandır yapmamız gereken bir şeyi yapıyoruzdur.

Ülkenin en popüler müzik kanalında arka arkaya Yasemin Mori, Meriva ve Bülent Ortaçgil’e rastlamak gibi bir şey. Ama ortada bir gariplik vardı: Bora’ya yönelik ani ilgiye önemli bölümü haksız ve bir kısmı terbiye sınırlarında dolaşan bir eleştiri sağanağı eşlik ediyordu.
Kopan gürültünün sebebi, “Dünya Rakı Günü” başlıklı yazıda geçen bazı cümlelerdi. Bora’nın “şehirli laik orta sınıfların hayat tarzlarına müdahale edilmesine tepkileri” diye tarif ettiği durumun (“içkici protesto”) “Beyaz Türklerin sivil demokratik bir muhalefete meyletmesinde bir uğrak” olup olmayacağını sorması, bence de hem tarifteki ani atlama açısından, hem de sözü edilen kitleyi indirgeme eğilimi sebebiyle tartışılmayı hak ediyor. Çünkü a) “Beyaz Türk” tanımı o kitleyi karşılamıyor, ve b) bu kitle 2013 yazında milyonlar halinde sokağa döküldüğünde yaptığı tercihlerle sivil demokratik bir muhalefete meyletmiş değil miydi?

“Şu şehirli laik orta sınıfın hayat tarzının, iyi tüketmekten, kişisel fayda maksimizasyonundan öte bir tanım ufku var mı aslında?” sorusu da galiba tam aynı yerden dokunmuştu okuyanlara – yazının finalinde gelen şu bölümle beraber: “Gezi isyanının Beyaz Türkleri –anlık, kısmen, azıcık– dönüştüren uğrağı, onları kendi bencil hayat tarzlarını sorgulamaya iten uğrağı değil miydi?”

Çünkü sözü edilen insanlar, çocuklarını gönderecek “düz” bir lise bulmakta giderek zorlanan, attığı bir tweet yüzünden işinden olabilen, muktedirler tarafından gün aşırı hakarete uğrayan insanlar.

Hayat tarzı denilen şeyi abartmamaya eyvallah; ama bu kavramla şu an Türkiye’de kastedilen, bir var olma savaşına da denk düşüyor. Ve anlatılmak istenen şeyler ne kadar doğru ve mühim olursa olsun, buralarda karşılaşılan duygusal direncin anlamsız ya da yok sayılmaması gerektiğini düşünüyorum. Seviyesiz ithamları çöpe yollamak kaydıyla tabii ki.

Diğer yandan, bu vesileyle, Tanıl Bora’nın yine birikimdergisi.com adresinde yayımlanan “Hegemonya” yazısını hepimizin dikkatle okuması gerektiğini düşünüyorum. Belki de yazar, son yazısıyla kendi üslubunun dışına çıkıp önemsediği bir kitlenin sinir uçlarına dokunarak esas meseleyi nasıl da ıskalayabileceğimizi bize göstermek istemiş olabilir. Ve hakkı da var, çünkü 28 Mayıs 2013’le 31 Mart 2014 arasında kalan dönem geride kaldı, ve hegemonyaya onu güçlendirecek şekilde cevap verme tuzağına hepimiz zaman zaman düşüyoruz.
Devam etmek üzere, şimdilik son söz: Tanıl Bora yazsın, biz onun yazdıklarını tartışalım, şu sıralar bu ülkede yapabileceğimiz en manalı şeylerden biridir. Kalemine sağlık usta.