Teselli kalabalığının arasında Dilek’i gözden yitiriyorum. Sloganlar yükseliyor, hepimiz asansörlere yöneliyoruz. Artık aşağıda haklılığı haykırmanın, eylem yapmanın zamanı…

Geçmiş oldu mu peki?

METİN UCA

Bahçe kapısından içeriye giriyorum. Kalabalıkları, sloganları yararak… Güleryüzli, genç kadın meslektaşım o gün için işi bırakmış, gelen “ünlü” konukları yönetim katına taşıyor. Bu binaya hep ya başsağlığı ya da saldırı sonrası hep geldiğim yoldan dar asansörle yönetim katına çıkartılıyorum. Sola dönünce işte o büyük oda…

İçeri kafamı uzatıyorum, aaa..! Sunay oturuyor, Nebil oturuyor, Levent oturuyor, CHP’li yöneticiler, vekilller oturuyorlar. Önce ürkek selamlaşıyoruz, sonra sarılıp birbirimize o sihirli sözcüğü söylemeye başlıyoruz, “geçmiş olsun”, “geçmiş olsun”, “geçmiş olsun”…

Ne zamandır görmediğim arkadaşlar, dostlar, beraberce yürüdüğümüz, iş yaptığımız aydınlık, güzel insanlar… U biçiminde dizilmiş kalın büyük koltuklarda yanyana, kısık sesle sohbet ediyoruz. Çay servisi başlıyor. Her gelen, yine birbirine o sihirli sözcükle, yüzünde o üzgün ifadeyle tekrarlıyor, “geçmiş olsun”, “geçmiş olsun”, “geçmiş olsun”…

Akın Atalay, yazar dostlar, bir taziye evi gibi her gelenle sarılıp öpüşüyorlar. Elimizden hiçbir şey gelmemesinin çaresizliğiyle tuhaf bir sessizliği paylaşıyoruz. Laf yerini bulsun, konuşma olsun sohbetleri gırla gidiyor. Nebil Özgentürk ile Sunay Akın’ın arasından kalkıyorum, yerimi CHP’li bir vekile veriyorum. Uzun yıllardır dizilerde rol alamayan başka bir arkadaşıma sarılıyorum.

Bir de, “ben, biz n’apıyoruz?”sorusu aklıma takılıyor. Gazetecilik yapan, gazetecilik yapmakta ısrar eden iki kişinin göz göre göre haksız tutuklanmasında elinden hiçbir şey gelmeyenlerin çaresizliği ve “geçmiş olsun”un anlamsızlığı bir kez daha kafamda yankılanıyor.

Sesler, uğultular arasında şimdi yerinde yeller esen Ankara Aşağı Ayrancı girişindeki TRT binasının 3. Katına Seynan Levent’in “Akşam’a Doğru” programı yapım odasına gidiyorum. İstisna akdiyle gizli gizli TRT’ye AA çalışanı olarak iş yapacağım. Seynan’ın ayrılan ve yerine geçen genç, gözlüklü, romantik metin yazarıyla buluşuyoruz. İlk kez karşılaştığım ve sonra “arkadaşım” demekten her zaman keyif alacağım genç Can Dündar ile kibarca el sıkışıyoruz. Sonra TRT koridorlarında, mebus evleri girişindeki 32.Gün binasında hep karşılaşacağımız Can Dündar görevi bana devrediyor ve hayatımda televizyon dünyamda yeni kapı açılıyor.

Sonra, arkadaşımızın çocuğu olduğunda, dost sohbetlerinde, buzlu rakılarda, akşamüzeri eğlenmelerinde yanında olduğum, hep mesleki gıpta ile izlediğim Sevgili Can ile ilgili düşüncelerden, Meclis'in eski günlerine, loş, sakin kulislerinde Erdem’le merhabalaşmalarımıza, sohbetlerimize, bazı haberler için yardımlaşmamıza, mesafeli ama sıcak meslektaş dayanışmasına, yıllar öncesi meclisin gerçekten TBMM olduğu günlere uzanıyorum. İki eski, güzel dost özlem olup hayallerimin ortasına oturuyor. Tutukluklarının en zor, en uzun ilk gününde onların nefes aldığı, ürettiği işyerinde onlardan uzak, dışarıdan gelen tepkili sloganlar eşliğinde onları özleyerek yönetim katını dolaşıyorum. Hep aklımda ve hiç aklıma gelmeyecek dostlarımızla birbirimizi garip bir tekdüzelikle teselli ederek...

Ve içeri Dilek giriyor… Koca, direnen gözleri, sevgi dolu ama yorgun, biraz ürkek ve şaşkın biçimde tesellileri kabul ediyor. Dünkü tutuklamadan sonra ilk kez karşılaşıyoruz. Bu kez, bu “geçmiş olsun” sözcüğü çıkamıyor ağzımdan. Anlamlı gelmiyor. Belki herkes için zor ama; en tepkili, en haklı, en farklı evlilik yıldönümünde soğuk taş zeminde oturarak eşiyle beraber Can’ının tutuklanmasını bekleyen bu kadınla sadece bakışıyoruz. Bazen hiçbir şey söylememek çok şey söylemektir. Ne doğru sözmüş. Ben bir şey söylemeden o “Sağol Metincim” diyor.

Teselli kalabalığının arasında Dilek’i gözden yitiriyorum. Sloganlar yükseliyor, hepimiz asansörlere yöneliyoruz. Artık aşağıda haklılığı haykırmanın, eylem yapmanın zamanı…

Bu satırlar, 60 gün kadar önce Can ve Erdem kardeşlerimin tutuklanışının sabahı Cumhuriyet Gazetesi binasında öğlen saatlerine kadar kalışım sonrası yazdıklarımdı. 60 gün geçti… Tam 60 gün… Biz farkında olmadan onlar her gün özgürlüklerinden, sevdiklerinden, işlerinden uzak, ayrı, kapalı bir dünyada haklılıklarını haykırarak ve kahrederek ve üzülerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Peki 60 gün sonra ne yazacağız? Ya da bu tutsaklığı nasıl anlatacağız?