Seslerin, kokuların, tatların anıları uyandırdığı yerler kortejolar; geçmişin dikiz aynasında, kentin en eski yakasına iliştirilmiş solgun bir Unutma Beni Çiçeği gibi duruyorlar hâlâ.

Geçmiş zaman kortejoları

İbrahim Karaoğlu

Lyon Garı’nda, Arles’a giden treni beklerken anımsamıştım; İzmir’in Basmane Garı ile Paris’in Lyon Garı ikiz. Yaklaşık aynı tarihlerde yapılmışlar. Her ikisi de Eyfel Kulesi’ni yapan mimar Gustave Eiffel tarafından tasarlanmış. Günümüzde alışveriş merkezi olan Konak Pier de zamanında Eiffel tarafından gümrük binası olarak tasarlanmış. İzmir’in en derin ruhu Basmane. Kentin trenle giriş kapısı. Yorgun trenlerin son durağı. Kentin en eski kültürel dokusunu içinde barındıran kocaman bir semt; sinagogları, kiliseleri, cumbalı evleri, mescidleri, avlulu evleri (Kortejo/Yahudhane), çeşmeleri, hamamları, yazlık sinemaları, fırınları ve köprüleriyle farklı kültürlerin kalıtlarıyla varsıllaştırıyor kentin kimliğini. Ama parıltısı solmuş, metruk, belleği bozulmuş, anıları dağınık pek çok mekân da var burada. En eski simgelerin hem ışıldadığı hem de yitmeye başladığı bir semt Basmane. Adı, Ermeni basımhanelerinden (matbaa) ya da bir zamanlar burada çok bulunan ünlü kumaş basma atölyelerinden geliyor denir.


İzmir’de yaşadığım yıllarda, en çok kortejoları gezmiştim Basmane’de. O kadar çoktu ki. Kente gelen yersiz yurtsuzların barınağıydı. O zamanlar yoksul Romanlar, Kürtler, Rumlar ve Ermeniler yaşıyordu orada. Yüzyıllardır da böyle olmuş. Yoksulların gettosu, adresi olmuş kortejolar. Gelenleri hem ağırlamış hem de uğurlamış başka yerlere. İlk gelenler Sefaradlar olmuş. Onlara yapılmış bu binalar. Ruhlarına 500 yıl önce sürgün ateşleri üflenmiş, şecereleri hüzünle mühürlenmiş bir halk Sefaradlar.

İspanya, Endülüs egemenliği döneminde Yahudiliğin merkezi olmuş. Bu dönemde, Avrupa’da en renkli ve varsıl bir kültürünün oluşmasına büyük katkıda bulunmuş Yahudiler. 13. yüzyılda İspanya’da Hıristiyan egemenliği etkinleşinceye kadar sürmüş bu durum.

14. yüzyılda, Yahudilere aşırı baskılar uygulanmaya başlamış, neredeyse yarısı Hıristiyan dinine geçmişler. Bir kısmı gizlice sürdürmüş Yahudiliği. 1492’de Yahudileri kovma fermanı yayımlanmış. Ve ülkeyi terk etmeye başlamışlar. II. Beyazıt yönetimindeki Osmanlı İmparatorluğu iki yüz bin kadar Yahudi’nin İspanya’dan Anadolu’ya gelmesine izin vermiş. İspanyol engizisyonu sonrasında Akdeniz, Balkanlar ve Anadolu’ya belleklerinden silinmeyen anılarla sığınmışlar. Kortejoları kendilerine özgü yaşam ve mimari anlayışları ile şekillendirmişler. 1950‘li yıllara dek İzmirli yoksul Yahudilerin canlı bir yaşam alanı olmuş kortejolar. Sonra, İsrail’e göçlerin başlamasıyla, kente gelen yoksulların barındığı “aile evleri”ne dönüşmüş. Etrafını duvarların çevrelediği avluya bakan tek göz odalarda toplu olarak yaşamışlar. Avlu, banyo, mutfak ve tuvaletlerin ortak kullanıldığı mekânlarda, yoksulluğu ve hüznü paylaşmışlar.

Seslerin, kokuların, tatların anıları uyandırdığı yerler kortejolar; geçmişin dikiz aynasında, kentin en eski yakasına iliştirilmiş solgun bir Unutma Beni Çiçeği gibi duruyorlar hâlâ. Kozmopolit kentlerin en gizemli imgeler tutanağıdır geçmiş zaman kipleri; unutuş ve ansımalarda saklıdır her şeyleri. Hayatın çağrışımlarla yüklü kalbinde, saklı kalan ne varsa uç verir en gizemli yerlerde; kırık bir geçmişin izleriyle buluşulur. Geçmiş zamanların en solgun belleğidir kortejolar; hikâyeleri iç içe geçmiş anıların en derin, uçsuz bucaksız dehlizidir. Aslında kozmopolitliğini yitirdikçe renkleri solar kentlerin. Benlikleri, bellekleri yiter. Kimse kimsenin anılarını alamaz belleğinden; kimse kimsenin içindeki dinmeyen şarkıyı susturamaz bilirim. Ama dalgınlıkların gölgeleri büyüdükçe, yitikler çoğalıyor durmadan.

Yıllar önce metruk bir kortejonun yıkılmış kapısından içeri girmiştim: Bir avuç gökyüzünün altında bir avlu, ortasında kocaman bir dut ağacı, gölgesinde tulumbalı bir kuyu vardı. Issız, kımıltısızdı, her şey derin bir uykuya dalmıştı avluda. Her şey serin bir yerde, gölgeler içinde. Yaşlı dut ağacı, nice zamanları uyutmuş gölgesinde, nöbetini tutuyordu kadim zamanların. Dutun kurumuş bir dalında, rüzgârda sallanan küçük, eski bir örümcek ağı, incecik bir tebessüm gibiydi ama sır vermiyordu sakladıklarından. Gece öten kumrular tünemişti dallarına. Camları kırık odalardan çocuk sesleri geliyordu sanki. Sözcükler ölmüş, güz kokusu kalmıştı yalnızca. Kasvetli odalar yan yanaydı, baktıkça solgunlaşıyordu yüzleri; her biri içini çekiyordu. Şimdiki zamanı unutturuyordu her şey. Yosunlarla kaplanmıştı kuyunun taşları.

Yüzlerinde kırık gülümseyişler seğiren çocukların hüzünlü sesleri yankılanıyordu sanki içimde; unutulmuş şarkılar gibi. Çocukluk mabedi sanki anıların, içinde nice hayaller uyuyordu. Sonsuz veda mekânları gibi kortejolar; gelenler gitmiş.

Fotoğraf sanatçısı/yazar Lütfü Dağtaş, yıllar önce, yaklaşık iki yıllık bir çalışmayla çok özel bir farkındalık projesi gerçekleştirdi o eski kortejolardan birinde. Şimdi Manisa Akhisar Oteli olan mekânda. Ülkemizin çok önemli yetmiş beş kültür/sanat insanını o mekânda ağırlayarak fotoğraflarını çekti. Kortejolardan yadigâr kalanlara ekledi onları. Mekânın belleği silinmiş yerlerine yeni figürler koyarak yeniden geçmişi hatırlatıyor; yeni bir bellek oluşturmuş. Zaten bir bellek yaratma sanatıdır fotoğraf. Ve şimdi, o fotoğrafla oluşan bir sergiyi Kubilay Han Kıray’ın küratörlüğünde, Köstem Zeytinyağı Müzesi’nde “kent belleğinden izler” teması bağlamında KZM Mavi&Sanat Galerisi’nde açtı. Etkinlik kapsamında yazar Sara Pardo’yla da “İzmir Sefarad Kültürü” üzerine bir söyleşi gerçekleşti ve müzisyen Selim Franko da Sefarad ezgileriyle büyüledi sanatseverleri.

Evet, bir bellek yaratma sanatıdır fotoğraf; eşsiz bir bellek oluşturdu Dağtaş ve unutulmaz anılar yaşadı. Çok sevdi o anıları: “Tiyatro Yönetmenimiz, Aktör Genco Erkal ile buluşup çalışacağız. O gün İzmir’de isil isil yağan bir yağmur var. Üstüne üstlük Genco Ağabey birkaç gün önce düşüp omzunu incitmiş, fizik tedavi görüyor. Sıkıntılıyım doğal olarak. Genco Ağabey, ‘Bir şey olmaz, ertelemeyelim, çalışalım’ diyerek beni rahatlatıyor. Fotoğraflarını avluda çekeceğim. ‘Nasıl poz vereceğim?’ diye soruyor. Genco Erkal’a, şöyle poz ver, demek terleme nedeni. Hemen bir çözüm buluyorum: Ağabey, siz bu avluda dolaşın, dolaşırken Nâzım’dan yüksek sesle şiirler okuyun, ben fotoğraflarınızı çekerim. Mutluluğuma bakar mısınız? Genco Erkal, akustik yönden de son derece elverişli avlu ortamında size Nâzım’dan şiirler okuyarak poz veriyor.

Bir gün, uzun yıllar İtalya’da kalmış Soprano Birgül Su Ariç ile çalışacağız. Hanımefendi olayı o denli içselleştirmiş ki buluşmamıza iki ayrı sahne kıyafetiyle geliyor. Neyse, peki Birgül Hanım nasıl poz verecek? Bana aryalar söyleyin, çekimlerinizi öyle yaparım, diyorum. Opera sahnelerinden bizim Yavuthane avlusuna gelen Soprano Birgül Su Ariç, güçlü sesiyle aryalar söylüyor ve o sıra odalardan bir sürü müşteri, ‘Yangın mı var? Ne oluyor’ diyerek dışarı fırlıyor.

Geçenlerde sonsuzluğa uğurladığımız Sinema Yönetmenimiz Erden Kıral ile çalışacağız. Erden Ağabey kısa süre önce yine bizim İzmir Yeşildere’de, Gece adlı filmini çekmiş ve bir gün öncesinde bu güzel filmi birlikte izliyoruz. Ertesi günü Yahudihane’nin avlusundan adımını içeriye attığında mekâna şöyle bir baktı, ‘Film yapma yüzünden borç batağındayım ve artık sinemaya nokta koymayı düşünüyordum. Ama şimdi bu mekânı görünce içimden birden siyah beyaz bir film yapmak geldi’ demez mi?” O anlattıkça ben de aynı heyecanları yaşadım sanki.

Mekânın ruhuna sanatçı siluetlerinden bir gökkuşağı bırakmış Lütfü. Kortejoların belleğiyle izler arasındaki bir arayüz onun fotoları. Unutanları unutulanlarla buluşturuyor. Tutkulu bir anımsamanın izleri, öznel değerleri bu fotoğraflar. Zaman bellek ilişkisinin karmaşıklığını ve varsıllığını yansıtıyor Dağtaş. Belleğin doğasındaki en temel çelişki olan unutmak üzerinden unutmamayı sorguluyor. Bir tarihin ve belleğin inşasında mekânı, zamanı ve izleri kendi vizörüyle çerçeveliyor.