Lütfü Cülcül’ün resmine baktığımızda daha ilk anda hemen değişik bir dünya içine girdiğimizi hissederiz. Bu değişik dünya, mavi bir atmosferle bizi kendi içine çeken irreal bir mekândır…

Geçmiş zamanın hafızasıydı resimleri
Fotoğraf: Lütfü Cülcül’ün tuval üzerine yağlıboyası.(Solda)- Ressam Lütfü Cülcül (Sağda)

İbrahim Karaoğlu

1949 yılında, Beydağı’nın yamacına yaslanmış Halhavu’da doğdu. 53 yaşında, Kadıköy’de, elim bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Halhavu’yla Kadıköy arası kuş uçuşu ne kadardır bilmem ama haritadaki iki nokta ressam Lütfü Cülcül’ün ömür parantezleri gibiydi; hayat atlasının en uçları. Parantezin içini, kendi biçemiyle oluşturduğu özgün resimlerle, iyiliklerle, hırstan ve çıkardan arınmış dostluklarla doldurdu Cülcül. Ömrünü sanatına adayarak, kendine ve hayata inanarak, güvenerek yaşadı. Kuşağının, toplumsal sorunlara duyarlı, kendine özgü özellikleri, stili, karakteri ve duruşu olan en kıymetli sanatçılarından biriydi.


Suskun, sessiz, nazik, utangaç, alçakgönüllü, yalın, kibirsiz, güvenilir, cömert, duygusal bir ressamdı Cülcül. Resmin dervişiydi. İlk gördüğünüzde mahzun biri sanırdınız onu. Oysa yaşam doluydu içi. Geçmişle şimdi ve gelecek arasında bağ kurma ve özgün imgeler oluşturma yetisi çok güçlü bir sanatçıydı. 20 yıl önce, ölümünün ardından, Özlem Altınok “Cülcül ve ‘saklı’ resimleri” başlıklı güzel bir yazı yazmıştı Cumhuriyet’te; “Cemal Süreya, Salih Turan ve Lütfü Cülcül bir masada sohbet ediyorlardır. Cülcül hiç konuşmaz. Turan ise sürekli anlatıyordur. Gecenin sonunda Cemal Süreya, ‘ikiniz de çok konuştunuz’ der.” Suskunluk abidesi gibiydi. Kadim dostu Cemal Süreya da herkes de bilirdi bunu. Resminin içinde konuşurdu o. Orada çözülürdü dili, orada özgürleştirirdi kendini. Bunu bilen sanat yazarları, onun bu özelliğini ve sanatıyla söylediklerini önemserlerdi. Ölümünden yaklaşık altı ay önce, Prof. Dr. İsmail Tunalı’nın, Cülcül’ün resmi ve kişiliği üzerine yazdıkları onun kişilik özelliklerini çok iyi betimler; “‘Saklı kentler’ gibi, saklı kişilikler de vardır. Lütfü Cülcül sanatıyla kendi iç dünyasında yıllarca tevazu sisleri içinde kapalı kalmış bir ‘saklı kent’tir diyebiliriz. Ancak, son zamanlarda açtığı sergilerde ortaya koyduğu estetik kategorileriyle bu içe dönük sanat kişiliği, eskiye oranla çok daha açık ve belirgin olarak dünya ile iletişim içine giriyor ve gün ışığına çıkıyor.

Lütfü Cülcül’ün resimine baktığımızda daha ilk anda hemen değişik bir dünya içine girdiğimizi hissederiz. Bu değişik dünya, mavi bir atmosferle bizi kendi içine çeken irreal bir mekândır, başka bir deyimle ufuksuz bir boşluktur… özgür ve yaratıcı hayalgücünün ürünü olan bir dünyadır. Bu derin mekân ve sınırsızlık içinde bu imajinatif (yaratıcı) ve nonfigüratif (betisiz) ışık tayfları ve renk lekeleri bir devinim içine girerler ve bizi, seyirciyi de bu devinime ortak ederler. Bunu psikolojik olarak ifade edersek, Lütfü Cülcül, existential, varoluşçu bir anlayışla bu sınırsız mekânda, bu sınırsız boşluk içerisinde bir varlık güvencesi, bir varlık koruganı aramaktadır… resimlerinde aydınlıktan karanlığa, karanlıktan aydınlığa giden bir skalada… Lütfü Cülcül’ün resmi, ‘büyük resim’ diyebileceğimiz bir değer kavramı altına girer… sanatçının zengin iç dünyasının özgür dışavurumlarıdır… Cülcül’ün resimleri günümüz sanat skalasındaki değerinden hak ettiği çok daha fazlasını, gelecek zamanın değer yargılarında elde edecektir.”

İç seslerini, içsel yolculuklarını, yaşamla ve kendisiyle hesaplaşmasını tuvallerinin üzerinde resme tercüme ederek güncelleyen bir sanatçıydı Cülcül.
Algımızı çeşitlendiren, bakışımızı farklılaştıran yapıtlarla çoğalttı sanatını. Birden çok anlamı olan sözcükler gibiydi resminin iç değerleri; rengin ve biçimin anlam gücünü ve içeriğin ifade sınırını indirgeyerek sunardı.

Duruk olmayan, ritimli bir sanat diliyle, dışavurumcu bir görüntü örgüsü oluştururdu yapıtlarında. Düşleriyle ve elleriyle boyardı tuvallerini. “Günlerce gerdiğim yaydan fırlamıştır ok. Tuvalle adeta didişir, savaşırım. Fırça neredeyse tuvalle aramda bir engele dönüşür. Ellerimle, parmaklarımla, hatta tüm bedenimle sürerim boyayı tuvale. İki düşman gibiyizdir bazen, ben ve tuval. Ben kazanınca o uysallaşır, dostum olur, parmaklarımın ucuyla dokunduğumda, titrediğini hisseder, huzur bulurum. Bazen o direnir bana, savaş sürer gider..” derdi.

Cülcül’ün denetleyerek, spontan dokularla ve biçimlerle oluşturduğu lekelerin alansal etkileri; geniş boşluklara atıfta bulunarak boşluğa anlam ve değer kazandırırdı ve boşluğun resmi belirleyen, biçimi şekillendiren etkisini çoğalırdı. Boşluğu, uyumlu bir sekansla eklerdi resmine; kimi resimlerinde ise izleyicisinin tanımlamasına açık bir alana dönüşürdü boşluk. Onun resminin dünyasına, o boşluklardan girilir sanki. Boşluk ve doluluk Cülcül’ün resminde birbirini tamamlayarak çoğalır.

Yirmi yıl önce sanat eleştirmeni Prof. Dr. Kaya Özsezgin’in Cülcül için yazdıklarını hiç unutmadım: “Hep uzaktan bakmaya koşullanmış güleç bir çehre. Hafif babacan bir tavır, çelebiliği benliğine yedirmiş iyimser bir yaşam felsefesi. Geçirdiği büyük gailelere, İçinden geçtiği dar köprülere, birbiri arkasına gelen talihsizliklere karşın, her şeye 'eyvallah' diyerek yaşam merdivenini tırmanmakta bir an duraksamayan 'mütevekkil' bir derviş sabrı… Resimlerini ve kendisini, önceleri uzaktan izlediğim, son bir yıl içinde yakından tanıma olanağı bulduğum, ana bu olanağı sanki hepimize çok görmüşçesine, apansız bir zamanda veda ederek aramızdan ayrılan Lütfü Cülcül’ü kaba hatlarla tanımlamak için ilk aklıma gelenler bunlar… Çok insanı bir bencillik ve tahammülsüzlük duygusunun sardığı bu kıran ortamında, Lütfü Cülcül, içindeki o tükenmez insan ve sanat sevgisiyle, kadri bilinmemiş bir anıt gibi yükseliyordu.

Sanatçısının sakin ve tepkisiz bir o kadar da kendinden emin tavrıyla, mavi ve kırmızı tonların egemen olduğu, lekelerin uçuşup durduğu resimleri arasında bağ kurmak, onu ve resimlerini tanıyanlar açısından hep zor olmuşsa, bunun nedenini nerede aramalıydık? Bunu, kısaca insan ve doğa sevgisi olarak tanımlayabiliriz sanırım. Galeri Antik’te ve arkasından Ankara Sanat Fuarı’nda sergilediği son çalışmaları, aslında doğa esinlemesi çevresinde gezinmekten hoşlandığı, ana hiçbir zaman kestirme bir doğa yorumuna dönüştürmediği soyutçu bir fantezi üzerinde biçimlenir. Gerçekliğin izlerini bütünüyle silmez, bu izlerin doğa esinlerinden beslendiği kanısını güçlendirici bir etki yaratmak ister. Yazları gittiği ve çevresindeki dostlarına anlatmaktan hoşlandığı Datça ve yöresi, özellikle son resimleri bağlamında, bu yöreye yakılmış bir türkü gibidir.”

Resmi, hayal ve gerçeğin, rüya ve uyanıklığın birbirine benzediği kadar benzer hayata. Sezdirici, özgür bir düş dünyası kurar tuvallerinin içinde.
Renk, leke, doku, ışık, boşluk ve kendi grameriyle oluşturduğu biçimlerle yüklü resimlerin usta ressamıdır Cülcül.

Resimlerindeki sarkaç, düş ve gerçeğin arasında salınır durur hep. Hayallerinin, rüyalarının yoğunlaştığı yerdir resimleri.

Kontrol edilemez, istem dışı bir etkinlik rüya. Immanuel Kant’a göre “istem dışı şiir”. Hep bu şiirin resimsel estetiğini ve gerçekliğini odak aldı yapıtlarında. Hayallerini, rüyalarını yeniden yarattı resminin içinde; görünür gerçekliğin ötesine geçerek öznel duygularla biçimlendirdi resimlerini. Kendine özgü estetik değerlerle karakterize ettiği özgün bir biçemle dokundu izleyicisinin düşlerine.

Cülcül’ün, aramızdan ayrılışının 20'nci yılında, Marmarisli sanatseverler onun resimlerinden oluşan bir seçki ile çok özel bir sergi açtılar. Oğlu Eylem Cülcüloğlu’nun ve Hamdi Telli’nin gerçekleştirdiği bu sergi/anma haberini duyduğumda çok heyecanlandım/duygulandım. Onu, dostluğuna duyduğum özlem ve sevgiyle, böyle bir yazıyla anmak istedim. Biliyorum, hatırlamak buluşmaktır. Onun resimlerinin hafızasıyla buluştum yeniden. Bu dünyadan bir Lütfü Cülcül geçti; hayalleri, anıları ve rüyaları hâlâ yaşıyor resimlerinin içinde.