Devlet Bahçeli’nin Deniz Poyraz’ın katledilmesiyle ilgili sözleri, “suçu ikrar” niteliğinde. Oysa ilk açıklamasında, katilin Bozkurt işareti yapmasının kendilerine yönelik bir komplo olduğunu ileri sürmüştü.

Geçmişin hayaletleri

Bitpazarına nur yağdığı bu dönemde, memleket tarihinin eski meşhurlarından, Bahçelievler Katliamı faili, Susurluk Davası mahkûmu Haluk Kırcı da geçen yaz televizyon ekranından kendini hatırlatmış, devletin dinamiklerinden biri olduğunu övünerek söylemişti: “Ben derin devlete inanmıyorum. Devletin derin aklı olur. Bunun getirdiği bir ilişkiler yumağı olur. Devletin dinamikleri olması gayet doğaldır.”

Derin devlete ben de inanmıyorum, Kırcı’nın devlet tahlili doğru ki, zaten bu “dinamikleri” en iyi bilecek isimlerden biri.

Onun zamanında, Abdullah Çatlı parantezindeki tetikçiler, devlet görevlileri, siyasetçiler ve bürokratlar arasında bugün yeniden manşetlere taşınan Mehmet Ağar da vardı, adları tamamen unutulmuş olanlar da.

Geçmişin hayaletleri, kendi içlerinden çıkan Sedat Peker’in açıklamalarıyla yeniden hatırlanırken, aktörlerin bile çok fazla değişmediği bir kâbustan hiç uyanmamış olduğumuzu da fark ettik.

Tabii ki bu kabusa siyasi cinayetler de dahildi.

Ve tabii ki ilk hedef HDP oldu.

Selefleri kadar “iyi eğitilmiş” olmadığı açıkça belli olan yeni dönemin katili Onur Gencer’in ifadeleri de 40 yıldır aynı çamurda debelendiğimizi yüzümüze vurdu.

HDP’li Deniz Poyraz’ı katleden Onur Gencer’in ifadesinden: “Sabah taksi çağırıp çantayla iş hanına gittim. Kapıda birisi yoktu. Takside şarjördeki mermiyi namluya vermiştim. HDP’nin katına çıktım. Gergindim. Kapıyı açtım. Soldan ses geldi. Dönmemle ateş etmem bir oldu. Kız düştü. Hem korku hem heyecan hem sevinç yaşıyordum. Kinlenmiştim. Kız yerdeyken, öldüğünden emin olmak için kafasına ateş ettim… İçeriden yetkili birinin çıkmasını istedim. İşkence yaparak öldürme isteği vardı. Rüya ve gerçek ayrımını yitirmiştim… Öleni tanımıyorum. Amacım içeri girdiğimde karşıma çıkacak kim varsa öldürmek ve kan kusturmaktı.”

Haluk Kırcı’yı hatırlamam boşuna değil, alt kademe tetikçi Gencer’in anlattıkları, 43 yıl önce Bahçelievler’deki o eve gidişlerini, “Katliam için değil intikam için gittik” diye açıklayan Kırcı’yla aynı kaynaktan besleniyordu.

Bu “kin” de “işkence yaparak öldürme isteği” de yeni değildi:

8 Ekim 1978’de, Ankara’nın Bahçelievler semtindeki evde, TİP üyesi öğrenciler Lâtif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses kurşunlanarak, Osman Nuri Uzunlar telle boğularak öldürüldü. Başlarından vurularak öldürülen Salih Gevenci ile Faruk Ersan’ın iple bağlanmış cesetleri Eskişehir yolunda bulundu. Katliamdan yaralı kurtulan Serdar Alten de 8 gün sonra hayatını kaybetti.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun da doğruladığına göre emri Abdullah Çatlı vermişti.

Saldırganlar o gün evde 4-5 saat kaldı, TİP’li öğrencileri öldürmeden önce işkence de yaptılar. Kırcı “katliamın uzun sürmesinden” şikâyetçiydi, ellerini ve ayaklarını bağladıkları Osman Nuri’nin ölmesi de uzun sürünce “Ben telle boğarım” demiş, dediğini de yapmıştı.

Katliamdan 25 yıl sonra “O günkü şartlar içinde böyle bir eylemde bulunmamızı normal karşılıyorum” diye kendini savunan Kırcı, 2020 yılında da aynı minvalde konuştu: “Sanki bu ülkede tek bir tane katliam yaşanmış, başka hiçbir şey olmamış gibi insanlara yedirilmeye çalışılıyor. Türkiye’de tek katliam Bahçelievler olmadı. Bunu sağ da yaptı sol da yaptı. Ben şahsi olarak hiçbir şekilde iç dünyamda bunun sıkıntısını yaşamıyorum.”

Kırcı, 12 Eylül Darbesi’ne dek yakalanmadı, sonra da her yakalandığında ya Emniyet Müdürlüğü’nde gözaltındayken kurtarıldı ya da hapishaneden “yanlışlıkla” tahliye edildi. Firari olduğu dönemde basının da katıldığı kalabalık bir düğünle evlenen Kırcı’nın düğün yeri, bugünlerde marinaya “çökmekle” suçlanan eski Emniyet Müdürü, eski Bakan Mehmet Ağar’ın Valisi olduğu Erzurum’du. Nikâh şahidi de marina fotoğrafının başrolündeki Ağar’dı zaten.

Susurluk Kazası’ndan sonra servis edilen fotoğraflarda gördük ki, Abdullah Çatlı ile Emniyet Özel Harekât Daire Başkanı, Ağar’ın yakın adamı İbrahim Şahin “firari katilin” düğününde karşılıklı göbek atıyordu.

Haluk Kırcı, 2004’teki tahliyesinin ardından yurtdışına çıktı. Son yakalanışında üzerinde bulunan pasaportu da yine geçmişin kaybolmayan hayaletlerinden, Ağar’ın marina fotoğrafındaki diğer isimlerden, Korkut Eken’in verdiği iddia edildi.

İçi rahat katiller ülkesinde, katliamlarda adı geçen meşhurlar bir türlü sahneden inmiyordu.

Çünkü yargı da kendi üzerine düşeni yaptı, yapıyor.

Örneğin Bahçelievler Katliamı’yla ilgili açılan davanın sanıklarından İbrahim Çiftçi, Savcı Doğan Öz suikastıyla ilgili davanın da sanığıydı.

Sonuç? İki davada da beraat etti.

Savcı Doğan Öz, devlet içindeki kontrgerilla yapılanmasını açığa çıkaran detaylı bir raporun yazarıydı, bunu canıyla ödedi:

“24 Mart 1978 günü sabah evinden çıktı, arabasına bindi, kontağı çevirip motorun ısınmasını beklerken aracın önünde biri belirdi, onun arkasındaki ikinci kişi, “İşte Doğan Öz bu. Ateş et!” dedi. Emri alan, tabancasını Doğan Öz’e doğrulttu ve üç el ateş etti. Saldırgan, öldüğünden emin olmak için araca yaklaşarak üç el daha ateş etti. Daha sonra tabancasını beline taktı ve koşarak kaçtı.” (Berivan Tapan, “Savcı Doğan Öz’ü Vurdular”, Tekin Yayınevi)

Cinayete on sekiz kişi tanık oldu. Sanık İbrahim Çiftçi tanıklarca teşhis edildi ve idamla cezalandırıldı. Askerî Yargıtay, mahkemenin kararını bir değil tam dört defa bozduğu için Çiftçi “mecburen” beraat etti.

Faili meçhul cinayetler listesine bir isim daha göz göre göre eklenirken iki önemli katliam davasının sanığı İbrahim Çiftçi de ikinci kez “ipten kurtarılıyordu”.

Peki, uyuşturucu kaçakçısından memuruna, avukatından oto galericisine dek iş yaptığı veya iş yapamadığı onlarca Kürt’ü öldürten 90’lı yılların muktediri Mehmet Ağar’ın şimdi yeniden sahneye çıkması tesadüf mü?

Dönemine göre bin operasyonla övünen, konjonktür değişince “düz ovada siyaseti” savunan eski bürokrat, eski siyasetçi Ağar’ın hayatımızdan hâlâ çıkmamasından kimler sorumlu?

Acaba devlette devamlılığın esas olması düsturu yanlış mı anlaşıldı?

Bugünün muktedirleri ne diyor?

“Öldürülen Deniz Poyraz’ın kim olduğunu ben size söyleyeyim, PKK’nın kırsal katılım sorumlusu, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden halkanın içinde yer alan milis işbirlikçidir. Milis işbirlikçi köy, kasaba ve şehirlerde yalnız ve sahipsiz görülen kişileri terör örgütüne devşirmek için çalışan, örgütün hain eylemlerine yardım ve yataklık yapan terörist demektir.”

Devlet Bahçeli’nin Deniz Poyraz’ın katledilmesiyle ilgili bu sözleri, “suçu ikrar” niteliğinde. Oysa ilk açıklamasında, katilin Bozkurt işareti yapmasının kendilerine yönelik bir komplo olduğunu ileri sürmüştü. Hatta saldırının, iktidarın büyük ortağı ve küçük ortağı arasındaki çatışmanın sonucu olduğuna dair yorumlar da yapıldı. Büyük ortağın sessizliği de bu yoruma kanıt olarak gösterildi. Ancak Bahçeli bu çıkışıyla tarafını da belli etmiş oldu.

Saldırının arkasında kimler olduğunu tahmin etsek de amacıyla ilgili soru işaretleri yanıtlardan fazla.

Ama geçmişte yaşananlara bakıldığında, akıbetini tahmin etmek zor değil. Mesela yargı yine görevini yaptı, hâkimlik bu tür bir cinayette hiç olmayacak şekilde hızla tutuklama kararı verdi, savcılık sorgu öncesi delil veya bağlantıları araştırmadı. Örgütlü olduğu belli olmasına rağmen basit bir sokak kavgası muamelesi yapılan olayda, ikinci bir kişi bile gözaltına alınmadı, başka bir operasyon düzenlenmedi.

Katilin karakolda nasıl ağırlandığını, Ogün Samast’vari fotoğraflarının çekilip çekilmediğini henüz bilmesek de onu “İsmin ne abicim” diye karşılayan polisin tavrını hepimiz gördük. Ayrıca bu memleketin vatandaşı olmanın verdiği tecrübe ve bu olaydaki 10 günlük sürece bakarak, soruşturmanın etkin yürütüleceğine güvenmediğimiz kesin.

Belki de her şey gözümüzün önünde ama biz görmüyoruz. Örneğin marina fotoğrafının üçüncü meşhuru Alaattin Çakıcı…

Eski MİT Kontra Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür, Çakıcı yakalanıp hapse gönderildiğinde “Yakalanmasaydı, siyasi cinayetler başlayacaktı” demişti. Bugün de dalga geçer gibi siyasi cinayetlerin tekrar başlayabileceğini söylüyor.

Mafyadan, siyasilerden, bürokratlardan ve yargıdan maruz kaldığımız tehdidin haddi hesabı yok.

Belki de gözümüzün önündekini görebilmek için geriye, geçmişin hayaletlerine, tarihin bize öğrettiklerine dönüp bakmak gerekiyor.