Aslı Tohumcu yeni romanı Kötü Kalp ile bizi Türkiye’nin kötülükler geçmişinde can yakıcı bir hafıza yolculuğuna çıkarıyor, kötülüklerin fotoğraflarından bir sergi kuruyor ve nar çiçeği rengi rujlarla fotoğrafları tek tek işaretliyor

Geçmişin izinde, adaletin  peşinde, geleceğin sesinde

UMUT YÜKSEL

Kötü Kalp benzer acıları deneyimlemiş ve başkasının acısını da acısına katabilmiş olanların ortak öfkesini taşıyan ve yaşananların unutulup gitmesine karşı duran bir roman. Aslı Tohumcu ile Kötü Kalp romanındaki bu öfkenin yankılarını, adaletin bozuk terazisini, kötülüğü ve iyiliği konuştuk. Aslı Tohumcu söyleşiyi aslında hepimize yönelttiği umuda dair bir karşı-soruyla bitirdi. Ben kendi adıma bu sorunun cevabını ortak acılarımızın tohumlarını ektiği ortak düşlerimizde aramamız gerektiğini düşünüyorum ve bu soruyu David Bowie’nin romanda geçen şarkısının sesini açıp ‘‘Yenebiliriz’’ diye yanıtlıyorum. Yalnızca bir günlüğüne de değil. Üstelik umut yeterince yükseltilirse eğer, hepimize yetecek kadar var.

► Öncelikle romanınızın kurgusuna sembolik olarak baktığımızda Themis’in gözlerindeki bağın çözüldüğünü, roman akışında ise Themis’in kılıcını eline alan başkahramanın bir David Bowie şarkısı eşliğinde adaletin bozuk terazisini dengeye oturtmak için kılıcı öfkeyle savurduğunu görüyoruz. Sizi böyle bir kurgu yaratımına iten şey neydi?
Özetle, öfke ve hayal kırıklığı diyebilirim. İnsanların sivil ölüme terk edilmesi, intihara sürüklenmesi, kadınların uğradığı katliam, tekmelenerek öldürülen çocuklar, masumların hedef gösterilmesi, suçluların sırtlarının sıvazlanması... Saymakla bitmez, üstelik mutlaka eksik kalır. Bütün bu korkunçlukları göz göre göre yapanlar, bunlara göz yumanlar, hatta acımasız söylemlerle destekleyenler karşısında, “Yatacak yeriniz yok” demekten, barışçıl protestolar gerçekleştirmekten, herkes için işlemediğini pekâlâ bildiğimiz halde hukuk yoluna başvurmaktan başka elimizden gelen bir şey yok. Yapılan ve cezasız bırakılan bunca kötülüğe aynı şiddette, yakalanma ya da cezalandırılma korkusu taşımadan karşılık verebilecek biri olsa nasıl olurdu, yüreğimiz onun eylemleriyle soğur muydu biraz, diye düşüne düşüne kurdum Kötü Kalp’i. İyi ya da kötü olmak nedir, iyilik nereye kadardır, adalet ne demektir, vicdan ne demektir, herkes için sızlar mı, bunları düşüne düşüne... Biri çıksa ve tecavüzcüsünden tacizcisine, ırkçısından homofobiğine hepsine haddini bildirse nasıl olur, neler olur?

► Kötü Kalp Türkiye’nin yakın tarihindeki kötülükleri nar çiçeği rengi rujların izlerinde takip eden bir roman. Bütün bu yaşananları okuyucuya tekrar hatırlatma tercihinizin sebebi nedir? Sizce toplumsal hafızanın inşasında ve korunmasında edebiyat nerede durmaktadır?
Türkiye’nin yakın tarihinden benim unutamadığım, unutabileceğimi de düşünmediğim olaylar sızdı romana, evet. Benim gibi çok sayıda insan da unutamıyor, unutmayacak bu olayları. İşte o insanlarla, bu korkunç çağda, adalet ve demokrasiden son sürat uzaklaştırılan bu ülkede, Kötü Kalp aracılığıyla bir kardeşlik kurmak istedim.

Muhalif, eşitlikçi, barışçıl seslerin sert bir şekilde susturulmaya çalışıldığı bir dönemde, toplumsal hafızanın inşasında ve korunmasında edebiyat daha da önem kazandı bence. Edebiyatçılar baskı altında değil diyemem, çünkü vekillerin, STK’cıların ve gazetecilerin keyfi şekilde gözaltına alınmaları, hapse atılmaları toplumun belli bir kesimine verilen bir gözdağıdır. Aynı şekilde, barış imzacılarının insanlıkdışı bir şekilde cezalandırılmaları, ama onların kanlarında duş alacağını söyleyen birinin elini kolunu sallayarak dolaşmaya devam etmesi ve daha neler neler de... Edebiyat henüz bu otokrat rejimden nasibini tam almamışken, yani neyi hikâyeleştireceği konusunda henüz özgürken, kalemleri sivriltmek de fena olmaz.

► Bu romanınızda diğer yapıtlarınızdan farklı olarak polisiye unsurların da yer aldığı görülüyor. Suçun ve suçluluğun da sorgulandığı olay akışında, özellikle Başkomiser Levent karakteriyle başkahraman arasında farklı bir bağ kuruluyor. Bu bağa ve bu türden kavramsal sorgulamalara kurgu içerisinde yer vermenizin sebebi nedir?
Başkahramanım adaletin terazisini dengeye oturtmaya çalışırken kan dökmekten, cinayet işlemekten çekinmediği için, roman ister istemez polisiye unsurlar barındırıyor. Başkomiser Levent, başlarda başkahramanımın görünür olmak için temas kurduğu biriyken sadece, roman ilerledikçe ikisi arasında adaleti hak edip de alamamış olmaları üzerinden ironik bir bağ kuruluyor. Başkomiser Levent de vicdan sahibi bir adam, yakalamaya çalıştığı failin bazı eylemlerine o da hak vermeden edemiyor. Bu da bir diğer bağ aralarındaki.

Tecavüzcü müvekkilinin salıverilmesine yalanlarıyla yardım eden avukatın dilini kesmek, tecavüzcü ve katilleri iyi hal bahanesiyle salıveren hâkimin kırmadığı kalemini şahdamarına saplamak, kadın çalışanlarını taciz eden bir adamı afişe etmek, işçilerin hakkını vermediği gibi onlara bir de utanmadan parmak sallayan bir diğerinin parmağını kesmek... Başkahramanımın eylemlerinden bazıları... Hukuk zarar görenin kim olduğuna bakmaz elbette, suç suçtur. Ama kağıt üzerinde bile olsa, onlarca insana yapılan kötülüğün bir kısmının intikamını neden almayayım!
Kendi adaletini sağlamanın suç olmadığı bir an gelecek mi, benim merak ettiğim bu şimdilerde. Ne de olsa yaşadığımız, kadınların meclis bastığı, anayasa mahkemelerini yaktığı bir çağ aynı zamanda.

► Roman boyunca cinsiyetçi bir beden öğretmeninden pedofillere, emekçilerin haklarını gasp edenlerden babasının forsuyla serbest bırakılanlara kadar, hepsinin peşinde onları takip eden bir ses var. Peki kitabınızda duyduğumuz bu ses neyin yankısı?
Öncelikle benim yüreğimden geçenlerin, yani benim göğsümdeki kötü kalbin yankısı... Ayrıca vicdan ve merhamet sahibi, özgürce, mutlu, huzurlu yaşama hakkı elinden alınmış, kimsenin kötülüğünü istememiş ancak yaşadığı ya da tanık olduğu kötülükler, adaletsizlikler karşısında ne yapacağını şaşırmış herkesin sesi olabilir, okuyan özdeşlik kurarsa tabii. Bu suçları işleyenlerin vicdanı olmaya çalışan da bir ses belki, bilmiyorum. Ne de olsa, o sesin sahibi, seçtiği failleri cezalandırmadan, onlara bir çeşit tövbe etme ya da doğrusunu yapma, pişmanlık gösterme şansını tanıyor.

► Bir yandan da olaylar içerisinde sivil ölüme terk edilmiş başkahramanın 'kötü kalbi' ve 'iyi kalbi' arasında süregelen bir çatışmaya şahit oluyoruz. Aslında bu şahitlik kitabın sonuna ulaştığımızda kendi içimizdeki çatışmalarla da devam ediyor. Siz bu çatışmayı romanınızın akışında ve kendi içinizde nasıl konumlandırıyorsunuz?
Yazarlık bir yana, bu ülkede yaşayan bekâr bir kadın ve anne olarak, vicdan sahibi bir insan olarak, bana öğretilmiş doğrularla sıkıntı yaşadığım, çeliştiğim bir süreçteyim. Hoşgörümden de, iyiliğimden de bunaldım. Cehaletin, gözüdönmüşlüğün, kana susamışlığın prim yaptığı bir dönemde, yerde, bu vasıflar aptallıkla eşdeğer. Kiminle barışık olacağımı, iyiliğimi, hoşgörümü kiminle paylaşacağımı seçmeye başladım. Bu roman da bu sıkıntının ürünü bir yerde.

İnsan bunca kötülük karşısında işe yarayacak başka bir eyleme ihtiyaç duyuyor ama sokağa çıkıp adam kesecek halim yok! Oturup bu romanı yazdım ben de. Adalet anlayışım, kısasa kısas değil. Bunun düşüncesi bile mezhebime ters. İnsan kağıt üzerinde dahi olsa bunları hayal edebildiği için kendinden şüphe ediyor. Bu çelişkim roman boyunca başkahramanımın kötü kalple konuşmalarına ve bakış açısına da yansıdı elbette.

► Günümüzde savaşların, toplumsal ve siyasal krizlerin derinleşmesiyle birlikte ayrımcılığın yayılmasına; ırkçılığın, fobik tavırların, kadın cinayetlerinin ve hak gasplarının artışına tanıklık ediyoruz. Başkahramının eylemlerinin arkaplanına baktığımızda ise bir noktada ‘acı tapınağı’ olarak nitelendirdiği ülkesinde umudu rafa kaldırdığını görüyoruz. Sahi, hiç umut yok mu?
Kimi gün var, kimi gün yok. Tabii bunu söylemek de, yılmadan mücadele eden onlarca, hatta binlerce insana büyük ayıp ama. Siz gençsiniz, siz söyleyin, umut var mı, varsa nerede? Bana kadar var mı?