Ümitsizlik çoğu zaman gözlerimizin önüne perde çekse de, kısa sürede yüzlerce liseye pıtrak gibi yayılan ve “karanlığa sırtını dönenler”in bir yerlerden çıkıp geleceğini görebiliriz

Geçmişten bugüne, bugünden yarına: Liselinin gör dediği

EMRE CANPOLAT*

Her ot kendi kökü üzerinde biter. Bu Kürt atasözü ilk bakışta gelenekselci ve tutucu olanı vurguluyor gibi görünse de, şeyi o şey yapan nitelikleri ve dolayısıyla onun oluşum ve değişimini gözler önüne seren çok önemli bir ilkeyi bize hatırlatır. Bir toplumun tarihini bilmeden kendisini bilmek olanaklı mıdır? Böyle bir şey mümkün olmadığı için, Marx ve Engels, dünyayı farklı şekillerde yorumlamayı değil değiştirmeyi salık verdikleri o büyük metinde “biz tek bir bilim tanıyoruz, o da tarih bilimidir” diyorlardı. Şüphesiz ki geçmişimiz ve tarihimiz bize ne olduğumuzu söyler. Şimdimiz geçmişimizin getirdiğidir. Geleceğimiz o geçmişle ve şimdiyle sıkı bir ilişki içindedir.

Haziran’ın aslında ne olduğuna ilişkin bugüne kadar çok şey yazılıp çizildi. Üç yıl sonra bir başka Haziran’da, o ruhun hâlâ dolaşmakta ve fırsatını buldukça başını kaldırıp “ben gitmedim daha” dediğine şahit oluyoruz. 4 Haziran günü İstanbul Erkek Lisesi öğrencilerinin mezuniyet töreninde “yandaş” okul müdürüne sırtını dönmesiyle ve bir bildiri yayınlamasıyla başlayan protesto dalgası, İstanbul’dan Ordu’ya, İzmir’den Diyarbakır’a dek aralarında imam hatip liselerinin de bulunduğu –şimdiye kadar- yaklaşık 400 liseye yayıldı. Küçük görünen bir protestonun aslında o kadar da küçük olmadığını anladık.

Kaç kişi Haziran 2013’ten hemen önce büyük bir kitle hareketinin gelmekte olduğunu görebilmişti? Soruyu daha gerçekçi soralım, Gezi Parkı’nda çadırlar yakıldığında, olayların tüm ülkeye yayılacağını tahmin edebilen tanıdığınız tek bir kişi bile oldu mu çevrenizde? Benim hiç yoktu ve aksine benim de parçası olduğum tüm kritikler Gezi Parkı’ndan taşıp yeni bir şey olan, yani Haziran olan o toplumsal hareketin şaşırtıcılığı ve öngörülemezliği üzerineydi. Belki eskiler daha iyi bilirler, kitle hareketlerinin sürprizlerle dolu bir yanı olmalı. Hiç beklemediğimiz bir anda, beklemediğimiz bir yerde ortaya çıkıp beklenmedik sonuçlara neden oluyorlar. Her şey olup bittikten sonra geriye dönüp baktığımızdaysa aslında pek çok şeyin o kadar da beklenmedik olmadığını fark ediyoruz. Çünkü tahmin edilemeyen şey o benzersizlik. Bir daha tekrarlanması mümkün olmayacak özel bir olayla karşı karşıya kalıyoruz.

Kitle hareketinin tam olarak hangi olayın ya da özel durumun etkisiyle gelişeceğini bilemesek de esas saflaşmanın kimler arasında olduğunu ve değişimin yönünü bilebiliriz. En azından bunu denemekle işe başlayabiliriz. Ümitsizlik çoğu zaman gözlerimizin önüne perde çekse de, kısa sürede yüzlerce liseye pıtrak gibi yayılan ve “karanlığa sırtını dönenler”in bir yerlerden çıkıp geleceğini görebiliriz.

Dar gelen elbiseler

Hayır, bu müneccimlik taslamak değil, fakat olgulardan hareket etmek demek. Zihnimizdeki tasarımları yaşanan pratiğe giydirmeye çalışmaktan, olmayınca yorulmaktan ve dar gelince sıkılıp umutsuzluğa kapılmaktan vazgeçmek demek. Ama olgular da tarafsız değildir. Aynı şeye bakıp bambaşka şeyler görenler vardır ve hepsi de eşit oranda haklıdır! En azından öyle görünürler. Çok farklı politik kesimlerin Haziran’a bakıp kendi tezlerini doğruladığına şahit olmuşuzdur. Doğru bilgiye erişmek de bir yaklaşım ve konumlanma meselesidir en nihayetinde. Doğru bilgi orada, tarafsız olguların altında bir yerlerde duruyor da bizim onu keşfetmemizi bekliyor değildir. Epistemolojik tartışmaları bir kenara bırakırsak, bu olay özelinde önyargılardan kurtulmayı ve esasa odaklanmayı tercih etmeliyiz.

Peki olgular da tarafsız değilse ne yapacağız? Aynı şeye bakıp, birbirine zıt konumlanma ve sonuçların hepsini, safdil bir çeşitlilik uğruna kabul edip, baskı ve ona karşı gelişen “çok sesli” reaksiyon denkleminin rahatlatıcı sularına mı kendimizi bırakacağız? Yoksa, küçücük bir parkta çevre ve kent duyarlığıyla başlayan cılız bir eylemin tüm ülkeye yayılıp bambaşka bir şeye dönüşmesinin altında yatan esası görmeye mi çalışacağız?

Unutmayalım, Haziran’ın en doğrudan sonucu iktidarı yaratan koalisyonu yarması oldu. Çünkü o küçük park göründüğü kadar küçük değildi. Bugün bir liseden başlayıp yüzlerce liseye yayılan protestolar da öyle.

Görünenin altındaki

Marx, başka bir yerde, kendi amacını görünenin altındakini ortaya çıkarmak olarak tarif eder. Marx’ın derdi, insanları boyunduruk altına alan her türlü mistifikasyonu ortadan kaldırmak ve en başta da kapitalizmin insan zihninde yarattığı gizleri açığa çıkarmaktı. Zihnimizdeki tasarımlar ne olursa olsun, kendi hikâyesini yaşayan toplumsal bir dünyada yaşıyoruz. Haziran’da sokağa çıkan kesimlerin çeşitliliğine baktığımızda esası görmemizi engelleyen, “ideolojiler üstü”, özgürlükçü, çok sesli ve temel bir hatta indirgenemeyecek bir çoğulluk görürüz. Çoğulluk burada benzemezlik ve zıtlık anlamındadır. Bu o kadar gerçektir ki zıtları bir araya getiren toplumsal itkiyi ve saflaşmayı değil, benzemezliği ön plana çıkarır. Saflaşmayı gördüğümüzü düşündüğümüz yerde benzemezleri bir araya getirdiğini sandığımız anti-otoriter reaksiyonu görürüz. Oysa o grupları bir araya getiren şey reaksiyon değildi, fakat onları bir araya getiren toplumsal itki o reaksiyonu doğurdu.

Dün Gezi Parkı’ndan taşan, bugün ise liseleri dolaşan o protestoların ruhu nereye dayanır? Bunu taleplerin niteliğine bakarak rahatlıkla anlayabiliriz.

Demokratik devrim talebi

Liselilerin bildirilerindeki taleplere bakınca, yüz yıldan fazladır iniş ve çıkışlarla yoluna devam eden Türkiye’nin demokratik devriminin ruhunu rahatlıkla görebiliyoruz. Haziran 2013’te de benzer talepler geçerliydi.

Kent hakkı bir vatandaşlık hakkıdır. Vatandaşlık ise Cumhuriyet'in bir kavramıdır. Gezi Parkı için sokağa çıkanların aynı zamanda Cumhuriyet'i savunmalarından daha doğal ne olabilirdi? Gezi Parkı tam da bu nedenle sadece Gezi Parkı değildi. “Dindar nesil yetiştireceğiz” derken “kininizi unutmayın” da diyen, laiklik ve Cumhuriyet'le tarihsel olarak problemli bir iktidara karşı laiklik ve cumhuriyeti savunmaktan daha doğal ne olabilirdi?

Liseli gençler, tam da bu nedenle, çağdaş eğitim ve öğrenim hakkını “yandaş” müdür ve yöneticilere karşı savunurken o ruhu yaşatabiliyorlar. “Padişaha kölelik yapmamış”, “Tevfik Fikret’in makamına yakışan” yeni müdür arıyorlar. Kız öğrencilerin farklı şekillerde kenarlara itilip silikleştirilmesine “kızlı erkekli” itiraz ediyorlar. “Bilimsel, çağdaş ve laik eğitimden vazgeçmeyecek, okulumuza gerici faaliyetleri ve gerici kurumları sokmaya çalışan her kişiye karşı onurlu mücadelemizi sürdüreceğiz” diyorlar. Ortak slogan “karanlığa arkamızı dönüyoruz”, şairleri Tevfik Fikret ve Nâzım Hikmet.

Güçleri taleplerinin meşruluğunda saklı. Çok basit bir gerçeklikten hareket ediyorlar ve insanca yaşam, çağdaş eğitim, saygılı yöneticiler, laik ve demokratik bir ülke istiyorlar. Yani Türkiye adına savunabileceğimiz ne varsa, bağrında serpilip gelişen o mirasa yaslanıyorlar. Yakın tarihimizde, Haziran günlerinde, cumhuriyet mitinglerinde ve “k aranlığa karşı bir dakika aydınlık” eylemlerinden bildiğimiz, referansını inançtan değil bilimden alan, saltanatı değil cumhuriyeti savunan, kulluğa boyun eğmeyen, vatandaşlığı talep eden miras.

* Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi