Venezuela bu hafta bir kez daha ABD patentli bir darbe girişimine sahne oldu. Darbe girişimi, Juan Guadio’nun kendisini başkan ilan etmesi ile başlayan Amerikan saldırısında yeni bir adım oldu. Hatırlanacağı üzere, ABD’nin Venezuela’ya bir askeri müdahale için Kolombiya üzerinden yaptığı kirli planlar emperyalist merkezin sözcüleri tarafından doğrudan dile getirilmişti. Geçtiğimiz günlerde de paralı askerlik şirketi […]

Gelecek çağrısı

Venezuela bu hafta bir kez daha ABD patentli bir darbe girişimine sahne oldu. Darbe girişimi, Juan Guadio’nun kendisini başkan ilan etmesi ile başlayan Amerikan saldırısında yeni bir adım oldu. Hatırlanacağı üzere, ABD’nin Venezuela’ya bir askeri müdahale için Kolombiya üzerinden yaptığı kirli planlar emperyalist merkezin sözcüleri tarafından doğrudan dile getirilmişti. Geçtiğimiz günlerde de paralı askerlik şirketi Blackwater’ın kurucusu E. Prince, ABD yönetimine Venezuela yıkım planı sunarak, 5 bin paralı askerle Venezuela’da yönetim değişikliği gerçekleştirebileceğini söyledi.

Darbe girişimi şimdilik püskürtüldü, Maduro ordu ile yaptığı yürüyüşle kontrolü elde tutuğunu gösterdi. Ancak, sürecin henüz başındayız ve ABD’nin Venezuela ve Latin Amerika’ya başlattığı saldırı dalgasının burada durmayacağı da ortada. ABD, Ortadoğu’daki yıkımın bir benzerini şimdi L.Amerika’da yaratmaya çalışıyor. Korkut Boratav, BirGün Pazar’daki bir söyleşisinde, emperyalizminin bugünkü konumunu, ‘sadece yıkım getiren; bütüncül, işlevsel bir sistem olma özelliklerini kaybetmiş’  bir güç olarak tanımlamıştı. Venezuela’da yaşanmaya devam edenler, Trump’un çiğliği içinde gizlenen emperyalizmin bu yeni yıkıcı karakterini tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya devam ediyor.


ABD emperyalizmi 70’lerden itibaren hegemonyasını neoliberal dönüşüm süreci ile birlikte gelişen devlet ve toplum sistemi içinde tesis etmeye yönelmişti. Reel sosyalizmin yıkılmasının ardından başlayan tek kutuplu dünya düzeni içinde bu imkânı geçici olarak sınırsız bir noktaya ulaştı. Sermayenin sınırsız dolaşımı üzerine kurulan yenidünya düzeni etrafında emperyalizm demokrasinin ve refahın küreselleşeceği tezleri (solun bir kısmını dahi etkileyebilen) bir rüzgâr estirdi. Bu dönemde bağımlılık ilişkilerinin sona erip yerini karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin aldığı eşitlikçi bir sistemin inşa edildiği, işgal ve askeri darbe gibi müdahalelerin geride kaldığı saçmalıkları moda haline geldi.

ABD’nin Irak işgaliyle başlayan dönem bu süreçte bir kırılma noktasıydı. Bugün ise küreselleşmenin çöküşü ile birlikte emperyalizmin hegemonyasının zayıflamaya başladığı bir dönemdeyiz. ABD, Ortadoğu’da uzun zamandır sürdürdüğü askeri müdahalelere ve işbirlikçi güçler eliyle yarattığı iç savaşlara karşın, yıkımın ötesine geçecek bir kurucu bir sistem oluşturmayı başaramıyor. ABD, bu güç kaybının karşısında oluşabilecek her tür direnç noktasını ve alternatif ihtimalini yok edecek bir yıkıcılığı öne çıkarıyor, önümüzdeki uzun bir dönemin belirleyici özelliklerinden birisi bu olacak.


ABD emperyalizminin yıkıcı müdahaleleriyle birlikte, neoliberal sistemin yaşadığı çöküş ise yeni eksenler ortaya çıkarıyor. Neo-faşist sağ hareketler, bu yıkım içinde sistemi sürdürmenin bir aracı haline gelmekle birlikte, daha çok üzerinde durmamız gereken ise giderek gelişen bir direniş çizgisi ve alternatif arayışlarıdır. Neoliberal hegemonyanın ve onun üzerinde yükselen temsil demokrasi ve özgürlükler söylemi üzerine kurulan sistemin, tamir edilmesi ya da bir biçimde geri dönüşü çok da mümkün görünmüyor. Dolayısıyla önümüzdeki uzun dönemde emperyalizmin yeni bir sistem kuruluşunu gerçekleştirmesinin imkânlarının da daraldığı noktada sistemin sürekli bir kriz içinde olacağını söylemek mümkün.

Bu çöküşün (kendi özgün kaynaklarıyla birlikte) Türkiye’ye yansımasına baktığımızda da benzer bir çöküş sürecinden söz etmek mümkün. ABD’nin, Büyük Ortadoğu Projesi’nin parçası olarak desteklediği siyasal İslamcılık, bölgedeki iktidar kaynaklarını bir bir yitiriyor. Siyasal İslamcılık üzerinde yükseldiği neo-liberalizmin çöküşüyle birleşerek yaşadığı krizi aşacak bir potansiyeli de ortaya koymaktan uzak. Dolayısıyla da aslında ister siyasal İslamcı rejimin kuruluş ayarlarına dönüş üzerinden oluşturulan normalleştirme eksenleri ya da eski parlamenter sisteme dönüş üzerine kurulu siyasetler bu krizden bir çıkış siyaseti olarak da görünmüyor. Dolayısıyla aslında Türkiye için de uzun dönemli ve süreklileşmiş bir kriz dönemi içinden geçiyoruz.


Bu krizler karşısında hem ülkemizde hem de dünyanın pek çok noktasında yeni bir muhalefet dalgası da gelişiyor. Türkiye’de siyasal İslamcı rejime direniş içinde gelişen değişim arayışının,  Sudan’daki özgürlük arayışı ya da İspanya’daki krize karşı mücadele ile kesiştiği pek çok noktası var. En önemlisi bu kaotik geçiş döneminin bu başlangıç noktasında bir direniş ekseninin farklı biçimlerde ortaya çıkarak, gelecek için umut kaynağına dönüşmüş olmasıdır. Bugün tüm yönleriyle biçimlenmemiş olmakla birlikte farklı coğrafyalardaki direnişlerin, sistemin çöküşü ile belirginleşecek yıkıcılığa karşı radikal bir karşı çıkış ve yeni bir düzen arayışı olduğunu söylemek hiç de abartılı olmaz. Ancak bu direniş hareketlerinin arayışlarının bir kurucu siyaseti henüz oluşturulabilmiş değil. Kitle hareketlerin kimi yerlerde (Mısır, Sudan vb.) iktidar değişimine yol açarken sistem kurucu güce dönüşemediği kimi yerlerde ise kitlesel mücadeleler geliştirmekle birlikte sürekliliğini koruyamadığı bir kriz durumu da yaşanmaya devam ediyor. Kuşkusuz bu krize yanıt verecek hazır bir formül yok!

Ancak mücadelenin birikimleri içinden buna yanıtlar verebiliriz. Tam da buradan baktığımızda mesela Sarı Yeleklilerin halen devam eden eylemlerinin bir Meclis’ler Hareketine doğru evirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Sarı Yeleklilerin şu çağrıları, kitle hareketlerinin örgütlenme arayışları açısından önemli işaretler taşıyor: “Bütün kararların müşterek olarak alındığı, delegelerin kararları uygulamak için seçildiği Meclis’ler. Kimileri kendini temsilci ilan ediyor ya da önümüzdeki seçimler için listeler hazırlayanlar var. Bunun doğru yöntem olmadığını düşünüyoruz; sözün, sözümüzün bu toz duman içinde yitip gideceğini ya da hali hazırdaki sistemde olduğu gibi çarpıtılacağını herkes hissediyor. (…) Yerel Meclis’lerin kararlarını almasını bekliyoruz. Meclis’lerin siyasi parti ve sendikalardan tümüyle bağımsız olduğunu ve tüm kerameti kendinden menkul önderlikleri reddettiğini beyan ediyoruz.”  Sistem dışında bir örgütlenme arayışının ifadesi olarak görülebilecek bu çağrı, aynı zamanda kitle hareketleri ile örgütlü sol hareketler arasındaki çelişkinin de bir ifadesi olarak görülebilir.  Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün. Önümüzdeki dönem tam da bu tür kitle hareketlerinin belirleyici olmaya devam edeceği, ancak önceki dönemden farklı olarak örgütsüzlük yerine yeni toplumsal örgütlenme form ve biçimlerinin daha fazla öne çıkacağı bir döneme giriliyor. Politik örgütlerle kitle hareketleri arısındaki gerilim tam da bu kitle hareketlerinin içinden ilerleyerek çözülebilecek bir mesele olacak. Ama daha önemlisi bu hareketleri bütünleyecek, birbirine yaklaştıracak ve ortak gelecek için mücadeleye yöneltecek olan yeni bir düzen ve sistemin ortaya konulabilmesi.

Tüm bunlar özetle, önümüzdeki dönemin mücadelesinin emperyalizmin yıkıcı altında gelişen neofaşizme karşı direnişler içinde şekillenecek 21.yüzyılın sosyalizm hareketi arasında şekilleneceğinin bir ifadesi. O yüzden bu direniş birikimlerini, ülkemizin ilerici, yurtsever, özgürlükçü tüm dinamiklerini ve arayışlarını bu doğrultudaki bir politika ve toplumsal örgütlenmeye doğru sevk etmenin yollarını bularak ilerleyeceğimiz bir dönemdeyiz.

***

Terzi Fikri’ler Deniz’ler ve Biz

Tam da burada, bugün andığımız Terzi Fikri’nin parçası olduğu Fatsa’ya dönüp baktığımızda da direniş hareketlerinin nasıl kitleselleşeceklerinin ipuçlarını görebiliriz. Faşizme ve sömürüye karşı mücadelenin, halkın doğrudan kendi örgütlülüklerine dayanan ve halkın doğrudan söz sahibi olabildiği Meclisleşmeler (Halk Komiteleri) üzerinden yükselen bir devrimci halk hareketi, 21.yüzyılda da sosyalizmin ışığı olmaya devam ediyor. 

İleriye doğru giderken, üzerinde yürüdüğümüz geçmiş birikimlerimize sahip çıkmak en büyük gücümüz olmaya devam edecek. Bu hafta Fikri Sönmez’le birlikte Deniz’leri anıyoruz. Devrimci mücadelenin ve sosyalizmin bugüne de pek çok yönüyle yanıt vermeye devam eden kaynaklarını hatırladığımız bu tarihler, her şeyden önce bize dünyayı değiştirme güç ve iradesini ifade ediyor. Devrimciler kuşkusuz ki yeryüzüne inmiş süper kahramanlar değildi! Onlar içinde var oldukları toplumsal koşulları değiştirme mücadelelerinin, bunun için mücadele eden toplumsal devrimci örgütlenmelerin bir parçası olarak var oldular. Bugün bireyciliğin gölgesi altında belki de kaybedilen en büyük fikrimiz de bu! Neoliberal çağ, örgütlenmenin, merkezi örgütlenmelerin altını oyarak, küçük parçalara bölünmüş ve bireyselleşmiş pop siyasetleri öne aldı. Şimdi her yerde bu çürümenin aşılmaya başladığı, kolektif yapıların, örgütlenme arayışlarının öne çıkmaya başladığı bir dönemdeyiz. Şimdi tüm güzel değerleriyle bunu daha ileriye taşımalıyız.  Elbette bunun ötesinde Deniz’lerin, Mahir’lerin önderliğinde şekillenen devrimci hareket, 6. Filo Defol eylemlerinden Vietnam Kasabı Commer’in aramasını ateşe veren eylemlerine, gençlik mücadelesinden köylü mücadelesine taşan Dev-Genç pratiklerine kadar her şeyiyle ancak halkın örgütlü gücüne dayanarak gerçek bir devrimci mücadelenin yürütülebileceğini söylemeye devam ediyor. Bugün, kimi zaman Deniz’leri de diline dolayarak, sözde anti-emperyalizm adına iktidarın saflarına yerleşenlere, iktidar klikleri arasındaki çelişkiler içinden kırıntı arayanlara da en güzel cevaplar da bu tarihin içinde mevcut.

Bugünkü karanlığın içinde ortaya çıkan tüm bu umut ışıkları ve geçmişimizin hiç sönmeyen yıldızları bizi geleceğe, geleceği örgütlemeye çağırıyor.