Toplumun büyük çoğunluğu hasar alacak ama göçmeyecek evlerde yaşamaktadır ve bu insanlar bir deprem sırasında ne yapacaklarını bilmemektedir. İnsana, “şunu oku”, “bu web sitesine gir”, “kamu reklamı dinle” denilerek afet eğitimi verilemez.

Gelecek için…
Fotoğraf: DepoPhotos

Kubilay KAPTAN

Ülkemizde, afet konusu ile ilgili politika üretenlerin büyük çoğunluğu “yapı odaklı” yolu benimsemiş durumdadır ve bu yol çıkmaz bir yoldur.
1999 depremi sonrası risk azaltmanın sadece yapıları güçlendirerek sağlanacağı fikri, siyasiler tarafından bilinerek benimsendi. Bu fikir çevresinde sadece ve sadece rant yaratmaya dönük bir ağ örüldü.

Ne yapılmalıydı?

İlk olarak “Riskli yapı” tanımının açıklığa kavuşturulması gerekirdi. Deprem yönetmeliğimiz bu konuyu şu şekilde tanımlar:


1.2. GENEL İLKELER

1.2.1 – Bu Yönetmeliğe göre yeni yapılacak binaların depreme dayanıklı tasarımının ana ilkesi; hafif şiddetteki depremlerde binalardaki yapısal ve yapısal olmayan sistem elemanlarının herhangi bir hasar görmemesi, orta şiddetteki depremlerde yapısal ve yapısal olmayan elemanlarda oluşabilecek hasarın sınırlı ve onarılabilir düzeyde kalması, şiddetli depremlerde ise can güvenliğinin sağlanması amacı ile kalıcı yapısal hasar oluşumunun sınırlanmasıdır.

Burada da açık bir şekilde belirtildiği gibi konutlar için tasarım amacı “can güvenliği”dir. Bir deprem sonrası içinde olduğunuz bina az-orta-ağır hasar görebilir. Göçmemesi ve can güvenliğinin sağlanması esastır.

Mesela bir köprünün, bir nükleer tesisisin ya da bir barajın depreme dayanıklı tasarım ana ilkesi daha üsttedir. Bu da gayet doğaldır. Bir mühendis olarak “deprem sonrası çatlak bile olmayacak” bir konut yapabilirim ama bu konut, alım gücünü çok aşan bir bedele mal olur. Bu yüzden bütün ülkelerde konut tasarımı “can güvenliği” esasına göre yapılır.

Peki, ülkemizde tamamen göçecek, “can güvenliği” kuralını bile sağlamayan yapı oranı ne kadardır?

Bu oran yüzde 4-5 arasındadır. Geri kalan yüzde 95 az-orta-ağır hasar alacak veya hiç hasar almayacak yapılardan oluşur.

Bu durumu bilseler de bilmeseler de, bahsettiğim rant ağı göçecek, hasar alacak bütün yapıları “riskli yapı” sınıfına sokup, hepsini aynı torbaya atıp, büyük bir inşaat ihtiyacı çıkarıyorlar. Bu tehlikeli anlayış, bu hatalı fikri kullanarak İstanbul’da 1,5 milyon riskli yapı olduğunu öne sürüp, şehri Kuzey’e taşımaktan bahsedebiliyor.

Oysa yapılması gereken sadece göçecek yapıları tespit edip, bunları yıkıp yeniden yapmak veya güçlendirmektir. Son 20 yıldır güçlendirilen veya yıkılıp tekrar yapılan yapıların büyük çoğunluğunun “göçecek bina stoğu” ile hiçbir ilgisi yoktur, sadece rantı fazla olan yerlerle ilgisi vardır.

Asıl sorun ise başka bir noktadır. İnşaat odaklı zihniyet bir şeyi gözden kaçırmaktadır: İnsanları.

Toplumun büyük çoğunluğu hasar alacak ama göçmeyecek evlerde yaşamaktadır ve bu insanlar bir deprem sırasında ne yapacaklarını bilmemektedir. İnsana, “şunu oku”, “bu web sitesine gir”, “kamu reklamı dinle” denilerek afet eğitimi verilemez. İnsanın davranış biçimi, psikolojik tepkileri, deprem gibi şoka neden olan anlarda farklı çalışır. Ne kadar öğrendiğinin, ne kadar bildiğinin o şok anında bir anlamı yoktur. Göstereceği tek bir tepki vardır: Donup kalmak.

Bu nasıl çözülür? İnsana düşünmeden tepki vermesi nasıl öğretilir? Çok basit: Tatbikat yaptırılarak. Defalarca, defalarca tatbikat yaptırılarak. İnsanın evinde, ofisinde, okulda, açıkta, alışverişte, arabasında, toplu ulaşımda ve bulunabileceği her alternatif göz önüne alınarak defalarca tatbikat yaptırılır. Sonunda insan, deprem sırasında düşünmeden “çök-kapan-tutun” yapabilir.

Tekrar belirtmek isterim ki toplumun çoğunluğu hasar görecek evlerde yaşamakta ama deprem sırasında yaralanmamaları, canlarından olmamaları için ne yapılması gerektiğini bilseler de uygulayamamaktadır.

Bir deprem sonrası çöken yapıların altında hayatını kaybedenlerden çok daha fazlasının hasar gören binalarda hayatını kaybettiğini, yaralandığını, engelli hale geldiğini biliyoruz ama bir türlü siyasilere anlatamıyoruz ya da anlamak istemiyorlar.

Bu yüzden yapılması gereken sadece göçecek binaları tespit edip, düzeltirken topluma afet eğitimi vermek, sürekli tatbikatlar yapmaktır.

Bu eğitim bir an önce anaokulu düzeyinden başlamalı ve yukarıya doğru, ilkokullardan üniversitelere, konutlardan işyerlerine kadar uzanmalıdır. Sağlanacak bir seferberlikle resmî kurumlar bunu bedelsiz olarak gerçekleştirmelidir.

Resmî kurumların bedelsiz olarak gerçekleştirmesi gereken bir diğer konu da bütün sınıflara, bütün hanelere birer deprem çantası vermektir. İnsanlar alışkanlık haline getirinceye kadar buna devam edilmelidir.

Araba üretmeye kalkan, uzaya insan göndermeyi düşünen bir anlayışın çocuklara afet eğitimi vermek, her sınıfa ve her haneye birer deprem çantası koymak konusunda maddi olarak zorlanacağını düşünmüyorum ki yazdıklarımın toplam bedeli, büyük miktarlar gerektiren “mega projeler” olarak adlandırılan kara deliklerden çok çok daha azdır.

Özet olarak: Sadece göçecek yapıları tespit edin, burada yaşayanları hiçbir karşılık beklemeden yeni ve güvenli evlere yerleştirin. Aynı anda anaokullarından başlayarak afet eğitimi verin ve toplumun tamamı deprem anında içgüdüsel tepki verinceye kadar tatbikatları sürdürün. Her sınıfa, her haneye birer deprem çantası verin. Toplanma alanlarını belirleyin ve yine toplumun tamamına bu toplanma alanlarının nerede olduğunu bizzat götürerek gösterin.

Bunların hiçbirisini yapmadan “riskli yapılar” diye çok genel bir kavram yaratıp, bunun peşinden koşarsanız, bir sonraki büyük depremde daha çok insanımızı kaybederiz.

Birer iş bulma ve siyasi oyun sahasına dönüştürülen afet ile ilgili kurumların tekrar yapılandırılması gerektiği de açıktır.

Son olarak genel tavsiyelerimle yazımı tamamlamak istiyorum. Bu tavsiyelerim özellikle gençlerimiz içindir:

Binlerce yıldır, insanlar kendilerini doğadan, aşırı hava koşullarından tehlikeli hayvanlara kadar, huzursuzluk ve tehlikeli kaynakları yüzünden tarihsel olarak içinde yaşaması zor bir çevreden uzaklaştırmanın yollarını aradılar.

Sonuçta;

İçine doğduğumuz biyosferi reddederek kafamızda yalnızca insanın olduğu kocaman, hava geçirmez bir dünya yarattık.

İnsan ile yeryüzündeki canlı topluluğunun diğer varlıkları arasındaki ilişkiyi reddettik ve mekanik eksenli bir dünya görüşünü oluşturduk.

Kendi örnek modeline âşık olan sanatçı gibi “Toprak Ana”nın sıcaklığını ve duygusal cömertliğini dijital bir siber bebeğin yapay cazibesine değiştik.

Sonuç bir felaket oldu. O yüzden;

Bencilliğin keyfinde, sığlığın umursamazlığında ve empati kurma yetisinin kaybı sonucunda saldırganlığın doruğunda olan yöneticilerden,

Açlığını çektiği yüksek mevkiye başka insanların üzerine basarak erişmeye çalışanlardan,

Sizi çevrenizden, doğadan, diğer varlıklardan, insanlardan bile soyutlamaya çalışanlardan,

Amacın her türlü aracı meşru kıldığı inancından,

İnsanların bir arada yaşamasından kaynaklanan tüm sorunların üstesinden gelmenin ve bunları çözebilmenin tek yolunun ekonomik büyüme, daha fazla teoloji, daha fazla doktrin olduğunu söyleyenlerden uzak durun.

Ve,

Materyal ürünlerin, materyalist ihtiyaçlarımız giderildikten sonra da bizi büyülemeyi sürdürdüğünü,

Romantik literatürün bireyi, devlet ve piyasa arasında yaşanan mücadelede sıkışmış olarak resmettiğini ve anlattığını,

“Piyasa”, denilen varlığın, çocuklar dahil herkesin birer ayrık otu olarak yaşadığı, birbirinden kopuk bireylerden oluşan bir toplumu, güçlü aileler ve topluluklardan oluşan bir topluma göre çok daha kolay yön verebildiğini,

Sanayileşmenin bedelinin ruhsuz bedenlerin doldurduğu küresel bir mezarlık olabileceğini unutmayın.

Umutsuzluk ölümcül bir hastalık olsa da; bekleyişlerin olmadığı bir hayat yaşamak, umutların olmadığı bir hayat yaşamaktan da zordur.

Umudumuzu canlı tutalım.