“Bir ülke kendisini nasıl terk eder?” Televizyondan ve gazete manşetlerinden gelen tehditlerle mi? Siyaset, halkın kendisiyle ilgilenmesiyse ve buna izin verilmiyorsa, çoğunluk gördüğüne değil de televizyonda gösterilenlere inanıyorsa?.. “Hepimiz kusurluyuz, bizim adımıza düşünecek, karar verecek bir kurtarıcıdan başka bir şeye ihtiyacımız yok” diye düşünenler olduğu için mi? Çocukların öldürülmesine artık dayanamadığı için belki de…

Farz edelim ki istediği oldu ve 550 milletvekilini aldı. Bütün siyasi partiler kapandı, bütün örgütler dağıldı, medyanın tamamı tek ses olup o ne derse alkışladı. Sonra?.. Hayatı dondurmak isteyen iktidar, bütün belirsizlikleri geleceksiz bir geleceğe hapseder. Kendi iç dinamizminin kaynakları elinden alınan halk, çürür, dağılır. Düş kırıklığı yayıldıkça, yıkıcı mitler ve kutsallar yeniden belirir. Doğadaki denge bozulunca neler oluyorsa, dengesi bozulan toplumlara da aynı şeyler olur.

Hapsolduğumuz “geleceksiz gelecek”ten konuşurken, pencereye yağmur damlaları çarpıyordu. Kabaran denizden kaçan bir teknenin iskeleye yanaşmasını izliyorduk. Seviyorduk çay içmeyi, yağmur yağarken denizi izlemeyi, içimizde kaybolmayı, kaybolduğumuz yerde birbirimizi bulmayı… İyiydik böyle, akşamları üzerimize hırka alacak kadar serinlemişti hava. Ama biliyorduk ki, bir yandan ülkedeki kıyım aralıksız sürüyordu; her yerde televizyon vardı, o televizyonlardan görünmeyen zehirli bir gaz yayılıyordu, birbirlerine düşmanca bakanlar çoğalıyordu, seçimler yaklaşırken yine saldırılar olacaktı, iftiralar ve yalanlar saracaktı her yanı. İyi şeylerden konuşmak istiyorduk yine de. Arendt’in dediği gibi, insanlar ölmek zorunda olsalar da ölmek için değil, yeniyi başlatmak için doğarlardı, buydu siyasete ve toplumlara hayat veren şey. İnanabileceğimiz iyi şeyler olmasa, konuşamazdık ki hiç. Bazen konuşamıyorduk, Suruç Katliamı olduğunda, günlerce susup bulutlara, denize bakmıştık. Unutmamak için konuşmak gerekiyordu yine de, iyi şeylerden… Yoksa bağışıklık sistemimiz çöker, hastalanırdık. Gülmeyi unutan, ağlayabilir miydi?

Bazen edebiyatın, sanatın bizi güçsüzleştirdiğini düşünüyorduk. Başka bir dünyanın varlığından haberdar olup bu dünyaya katlanmak kolay olmuyordu. Ama belki de asıl dayanma gücünü de oradan alıyorduk, başka bir dünyanın mümkün olacağını bilmemek, daha büyük bir azap olurdu. Hem elimizden başka bir şey de gelmezdi, böyleydik, böyle kalacaktık, bu ülke kendisini terk etse de, onu terk edemezdik. Cehennemin dibi, çok uzakta değildi; bir sabah uyandığımızda kendimizi orada bulabilirdik.

Çareler arıyorduk bu yüzden, kitaplarda ve sokaklarda. Siyaseti, demokrasinin temsil krizinden, seçimlere ve oy vermeye indirgeyen iktidar biçimlerinden kurtaramazsak, ırkçılık ve dinî fanatizm zehirleyecekti iyi şeyleri, zehirliyordu. Bu zehir, insanları bir şablona göre şekillendiriyor, kefen giydirip sokaklara salıyor, gücü elinde bulunduranın komutlarına göre çalışıp eğleniyor, yakıp yıkıp bayrak sallayınca da ülkeyi kurtardıklarını sanıyorlardı. Onlar için üzülüyorduk, çünkü bu ülke “ortak bir hayat” kuramadığımız için sadece kendisini değil, hepimizi terk ediyordu; birbirimize mecbur ve muhtaçtık, ama bunu onlar bilmiyordu. Düşman bildikleri her şeyi yok etmeleri, o zehir damarlarında olduğu sürece, kendilerini yok etmelerine engel değildi. Bütün mesele, bir adamın güç ve iktidar hırsından ibaret olsaydı keşke; varoluşsal bir amaç yokluğuyla parçalanmış hayatlardı bu çağın kâbusu.

Arendt’in “Bu dünyadan ayrılırken iyi bir insan olmuş olmaktan çok, ardımda daha iyi bir dünya bırakmış olmayı isterim” sözünü hatırladık, pencereden iskeleye yanaşmaya çalışan tekneyi izlerken. Yağmur, Attilâ İlhan’ın şiirindeki gibi, bilmediğimiz bir gökyüzünden yağıyor, nabzımız bir deniz fenerinin gözlerinde atıyordu…