“Infrastructure works on time” başlıklı yazısında Timothy Mitchell, altyapıların, mekân üzerinde belirsiz bir zamana yayılan finansal kontrole yaradığı fikrini tartışıyor: “Ya işleri hızlandırmak için değil, gecikmeyi sağlamak için yapılmışlarsa? Ya altyapının meziyeti, zamanın hızlanması değil de geleceği erteleme kabiliyeti ise?” sorularını irdeliyor. Mitchell’a göre altyapılar, birer finansal araç olarak zaman içinde değer kazanabilir: “Bir altyapı projesi, zamanın geçişini uzatmak için bir cihazdır. Gecikme yaratmak için bir aparattır.”

***


Gecikme bu noktada, geleceği kontrol etmeye devam etme olarak anlam kazanır. Böylece Mitchell’a göre altyapılar “Bir kesinti, bir boşluk yaratarak, bugünün gelecekten zenginlik koparması”na yarar. Mitchell’ın altyapılara dair sunduğu tartışma otoyollar, köprüler, havaalanlarıyla sürekli gündemimizde olan mega projelere dair sıkça dikkat çekilen uyarı ve itirazlara işaret ediyor. Bununla birlikte, yaklaşık dokuz yıldız proje olarak sürmekte olan Kanal İstanbul ısrarının bugün ve gelecek arasındaki ilişki gibi bazı boyutları üzerine düşünebileceğimiz bir perspektif de sunuyor.

***

Hatırlanacağı gibi geçen günlerde Kanal İstanbul’a ilk kazma vurulacağı söylenen gün geldi çattı. O gün geldi ama esasen kazmanın Kanal ile pek de ilgisi yoktu. Kuzey Marmara Otoyolu’nun bağlantı yollarından birine ait olan ve Sazlıdere Barajı’na hizmet edecek bir köprü ve kavşak projesi için vuruluyordu. Bu anlamda yeni bir talan kapısı da açılırken, Kanal İstanbul da kent ve geleceği üzerinde finansal spekülasyon oluşturan ve tabi toplumsal muhalefet üzerinde kontrol kurmaya yönelik bir araç olarak yeniden gündeme oturdu. İktidar için “varlık-yokluk testi”ne dönüştüğü yönündeki görüş toplumsallaşırken Kanal’a ihtiyaç olmadığının geniş kesimler için de berraklaştığı, anketler aracılığıyla ortaya çıktı. Peki hangi vaatte temelleniyor bu proje?

***

Şöyle başlayalım, iktidarın ekosistem tahribatını derinleştirmedeki en önemli araçlarından biri olarak başvurduğu ÇED raporunu yok sayma girişimine karşı, örneğin, burada raporun kapsamını temel alalım. Bilindiği gibi ÇED raporları yalnızca doğal alanlar anlamında çevresel etkileri değerlendirmiyor. Kanal İstanbul için hazırlanan rapor da ekolojik ve jeolojik risklerin yanı sıra kentsel, demografik, hukuki, diplomatik, iktisadi ve kültürel açılardan bir dizi riske işaret ediyor. Dolayısıyla ÇED’e rağmen Kanal’da ısrarcı olmak, en başından, toplumsal ve çevresel hiç bir sonucun önemsenmediği bir vaade işaret ediyor. Dahası, gelecekte birikim alanlarının oluşumunda da hukukun sermaye lehine bükülmeye devam edeceğini de gösteriyor.

***

Bir başka açıdan bakıldığında, “mega proje” iddiası önemli bir boyut olarak karşımıza çıkıyor. Mega projeler, bugüne kadar gerçekleşenlerde de görebildiğimiz gibi, kamuya ait alanların özel mülkiyete geçerek nitelik değiştirdiği projeler olarak sürüyor. İstanbul’da küresel sermayeye hizmet edecek yeni bir pazar olarak belirirken, iktidarın “beka”sına da konu oluyor. Sermayeye rant, iktidara gelecek, kent sakinlerine ve tüm yurttaşlara da mega bir borç olarak çıkıyor.

***

Mitchell’ın sunduğu tartışma hattı altyapı projeleri üzerine yapılan politikaların, birer iddia olarak kalması halinde bile finansal spekülasyona ve dolayısıyla gelecekten çalmaya başladığını imliyor. Bu anlamda, Kanal İstanbul gibi mega projelere karşı çıkarken akılda tutulması gereken önemli ipuçları içeriyor. Altyapı projelerinin yarattığı boşluk ve kesintilerin, gelecek zenginlik koparılmasına izin vermemek de, genel çıkarlara doğru bükmek de toplumsal muhalefetin elinde. Kanal İstanbul’a karşı çıkan sivil toplum kuruluşlarının "Büyüklerimizden dinlediğimiz İstanbul’u küçüklerimize miras bırakmakta geç kalmadık" biçiminde ifade ettiği uzlaşımcı saflıktan kaçınıp, “Ya Kanal Ya İstanbul” netliğini değişen koşullara uyarlamak anlamlı olacağa benziyor.