Kadın siyasetçilere karşı bel altı vurma ve sataşmanın dayanılmaz bir hafifliği olmalı. Kadın siyasetçiler, rakipleri erkeklerce politik görüşleri, fikirleri ile değerlendirilmezler, üstten bir dille değersizleştirilerek karşılık bulurlar.

‘Gelin hanım’, ‘Evden kaçan kız tripleri’ ve Nene Hatun

Merkel’in opera kıyafetindeki göğüs dekoltesi, Hillary Clinton’un göğüs çatalı, Tansu Çiller’in mayolu fotoğrafı, Meral Akşener’e takılan cinsiyetçi lakaplar. Hiç akla geliyor mu erkek politikacıların kirli sakallarını, pantolon kemerlerinden taşan göbeklerini, evinin bahçesinde sere serpe uzanmış mayolu fotoğraflarını servis etmek, ya da evin hayırsız oğlanı, dayakçı babası diye seslenmek, rüküş demek?

Kadın siyasetçilere karşı bel altı vurma ve sataşmanın dayanılmaz bir hafifliği olmalı. Kadın siyasetçiler, rakipleri erkeklerce politik görüşleri, fikirleri ile değerlendirilmezler, üstten bir dille değersizleştirilerek karşılık bulurlar. Baştan sona donanımlı bir politikacı ve dönemin Türk solunun önemli bir aktörü olan Rahşan Ecevit, en çok giyimi ya da Parti işlerine karışıyor diye eleştirildi. Niye karışmasın ki? Tansu Çiller güzel sarışın olarak beğenildi, dönemin Generalleri arasında da ‘Fadime’ diye isim takıldı. 1993 yılında Başbakanlığı sırasında evinin boş havuzunda, gözlerden uzak olduğunu düşünerek, serbestçe uzanmış güneşlenirken gizlice çekilen fotoğrafı ile gazetelerin baş sayfalarında yer aldı. Hiç bir gazetenin ve gazetecinin bir erkek politikacı ya da güçlü bir erkek politikacının eşi için yapmaya kalkışmayacağı bir işti. Rızası dışında çekilen ve birinci sayfadan yayınlanan bu magazin dergisi fotoğrafına, kadınlar tepki gösterdi de gazete özür diledi. Çiller politik olarak epey sarsıntılı bir döneme imza atmıştı. Hatta Ankara Saraçoğlu Mahallesi’ni bile özel sektöre vermeye kalkışmıştı, ama siyasi seçim ve hataları ile değil, daha çok gafları ile yazıldı ve anıldı.

28 Şubat sürecinin İçişleri Bakanı Meral Akşener, 2015 yılında ilgili davada tanık sıfatı ile ifade vermişti. İfadesi üzerine bir orgeneral tarafından ‘…ileri geri konuşmasın...’, ‘...yağlı kazığa oturturuz...’ gibi sözlerle tehdit edilmişti. Daha sonra politik arenada kendisine evden kaçan kız, gelin, Fosforlu Cevriye denildi. İlk kadın gazeteci ve yazarlarımızdan Suat Derviş’in (1905-1972) Fosforlu Cevriye’sine atıfla Fosforlu Meral diye sosyal medyada tag açıldı. Fikirlerini tartışmak yerine, kendisine ne demeye çalıştıklarını açık kelimeler ile ifade eden Meral Akşener, Meclis kürsüsünden güzel bir cevap verdi.

Namus ve haysiyetin aslında ne olduğunu, “ruhun bakir kalmasının” ne demek olduğunu bilmeyenler Fosforlu Cevriye’yi de bilemezler ki (Yaşar,H. 28.10.2015, Artfulliving). Eğer oralardan görebiliyorsa, eminim Suat Derviş de çok eğlenmiştir. Kötü eril sözler ters tepti; Suat Derviş de, tüm Fosforlu Cevriyeler de bir kez daha kalbimizi kazandı, içimizi aydınlattı.

Birisine baktığımızda toplumsal cinsiyet rolleri ile kafalara kazınmış genellemelere takılmadan ‘insan’ görmeyi hiç öğrenemedik.

Kadın ‘şudur’! Erkek ‘budur’! Farklı kimlikler de zaten ‘yok’tur!

Çocukların ilk eğitim deneyi olan ilkokul kitaplarında toplumsal cinsiyet rolleri üzerine yapılmış araştırmalarda; Cumhuriyet’in ilk yıllarında eşit yurttaşlık bilinci ve modernleşme simgesi olarak ‘kadın’ öne çıkarılmış, aile içinde de eşit bireyler vurgusuna daha çok özen gösterilmiştir. Ancak durum zamanla değişmiş, 1945’li yıllardan sonra kadın döpiyesini çıkartmış ve gene önlüğünü giyip mutfaktaki yerini almıştır. Mutfakta yemekler, reçeller yapılmış, kız çocuğu ona yardım etmiş, işten gelen yorgun baba koltukta oturmuş, erkek çocuk ders çalışmış ya da ekmek alıp gelmiştir. Bunca yıl yapılan eleştiriler araştırmalar sonunda defalarca eğitim materyalleri değişse de; kadınlar hala mutfaktadır. Görsellerde tek değişiklik olarak baba belki salata yapmayı, erkek çocuk sofraya bir tabak koymayı öğrenmiştir. Çocuksuz aile yoktur, kadınlar annedir ve evdedir. Meslek olarak da öğretmenlik, doktorluk ve hemşirelik uygundur. Kadın traktör üstünde değildir, kaynak yapmıyordur, uçak kullanmıyordur, nutuk atmıyordur, bir koltukta oturmuş kendi başına kitap okumuyordur.

Tarih bilgisi ise apayrı bir hikâyedir. ‘İnsanlık tarihi’ derken kast edilen ‘insan’, ‘erkek’tir. Kadınları hiç yazmaz. Tarihi ‘kazananlar’ yazar denilir; kazananlar, ‘erk’ sahipleri ve ‘kahramanlar’ ise hep erkektir.

Paris’in simgelerinden Zafer Takı altında, Birinci Dünya Savaşı’nda ölen Fransız Askerleri için yapılan Fransa’nın sembolü olmuş Meçhul Asker Anıtı vardır. Anıtın üstündeki meşale 1923 yılından beri hiç sönmeden yanmaktadır. 1970 yılında bir grup Fransız kadın, Amerika’daki Eşitlik İçin Kadın Grevine desteklerini göstermek amacı ile Meçhul Asker Anıtına bir çelenk bırakır ve bir pankart açarlar:

“Meçhul Asker’den de meçhulü var: Karısı”

Ve o kadın için ne bir anıt, ne tarih kitaplarında bir satır vardır. Yaşadıkları yanında belki ölmek bile daha kolaydır.

Okullarda okuduğumuz tarih derslerinden kaç kadın karakter aklımızda kalmıştır? Oysa ‘tarihi yapan’, yönlendiren, değiştiren insanlığın yarısı kadındır. 1876 yılında Feshane Grevini organize eden ve ödenmeyen ücretlerinin ödenmesini talep etmek için Babıali’ye yürüyen ve Sadrazama dilekçe veren 50 kadını, kadın çalışmaları yapanlar, okuyanlar dışında kaç kişi duymuştur? Yün eğiren, halı dokuyan, ipek kozasında, tütünde çalışan kadınların çalışma koşullarını, hak arayışlarını kim bilir?

Kul Âşık Halil’in 18. yy. da Bursa’da dokumacılık yapan kadınların ekonomik şartlar üzerine yaptıkları ayaklanma için yazdığı destansı şiirinden alınmış satırlardan öğrenelim:

“Yine toplandılar uzun saçlılar
Arkası feraceli koynu taşlılar
Yüzleri yaşmaklı, yaprak başlılar
Vurun aslanlarım erlik sizdedir
Nisa (kadın) taifesi bayrağı açtı
Gümrük ağaları görünce kaçtı
Nice çuhadarlar duvardan aştı
Vurun aslanlarım soyluk sizdedir..”
(Sezer, S. Mart 2013, Evrensel)

Osmanlı’nın son dönemlerinde kadınların hak mücadelesi kitaplara hiç yansımamıştır. Milli Mücadelenin kadınları ise, üç beş duygusal fedakârlık menkıbesi dışında tarihin nesnesi olarak yoktur.

Tarihe geçen kadınlar çoğunlukla sarayı karıştıran ‘eşler’, Veliaht ‘anneleri’ ve padişah ‘kızları’; Hürrem, Kösemler, Valide Sultanlar olmuştur.

Bir de Rus Çariçe Katerina’yı iyi biliriz. 1711 yılı Prut Savaşında, Rus Ordusunu kurtarmak için Osmanlı Sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa’nın çadırını ziyaretinde yaşandığı iddia edilen kaçamak hikâyesi vardır. Denilir ki bu sayede Rus Ordusu etrafındaki kuşatma kaldırılıp barış imzalanmıştır. Murat Bardakçı 5 Eylül 2004 tarihli Hürriyet gazetesi yazısında; Erhan Afyoncu’nun bu olayın doğru olmadığı, Katerina ile Baltacı Paşa’nın aslında tanışmadığı bile konusunda belgelerle doğrulayarak yazdığı “Baltacı efsanesi meğer masalmış” yazısını yayınladıktan sonra hedef haline geldiklerini, “Türk erkeğinin gururu ile oynamakla” suçlandıklarını yazıyor. Yani Baltacı Mehmet Paşa’nın “şehvet” uğruna savaşmaktan vazgeçmesi değil, Katerina ile birlikte olmadığı ihtimali halkımızı daha çok üzmüş. Gene Bardakçı’nın açıklaması ile Putin’de tarihi belgelerde, olayın içinde “şehvet değil rüşvet” olduğunu söyleyerek durumu doğrulamış. Katerina kendi gitmemiş, Osmanlı Karargâhı’na yedi araba hediye yollamış. Bu hediyeyi paylaşan üçlüden; Baltacı Mehmet Paşa daha sonra sürgüne gönderilmiş, Sadaret Kethüdası Osman Ağa ile Sadaret Mektupçusu Ömer Efendi de idam edilmiştir. İşte Türk erkekleri için üzücü bir tarih bilgisi.

Sultan kızı, karısı, annesi olmadan tarihimizde adı geçen sayılı kadınlardan bir Nene Hatunumuz (1857-1955) vardır, Erzurum-Çeperli’den. Daha çok okuma parçası olarak karşımıza çıkar. 20 yaşında iken 3 aylık bebeğini evde bırakıp, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşında, Aziziye Tabyasında Ruslara karşı savaşır. Birinci Dünya Savaşına da iki oğul şehit vermiştir. Adını biliriz ama nasıl yaşadı bilmeyiz, çünkü vekil, bakan filan olmamış, 1943 yılında da geçim sıkıntısı yüzünden Cumhurbaşkanına mektup yazmıştır. Ve ne yazık ki esas tanınması 1952 yılında dönemin NATO Orduları Başkomutanı Amerikalı General Ridgway Erzurum’a gidip Nene Hatun’un elini öptükten sonra olmuştur. 1952 yılında “3.Ordunun Nenesi”, 1955 yılında da hayatının son günlerinde “Yılın Annesi” unvanı verilir. Taş, sopa, satırla savaşmış bu kadın, “nene” ve “anne” olarak taltif edilir. Şimdi ‘nenelik’ ‘annelik’ kötü bir şey mi diyeceklere; Nene Hatun 6 çocuk doğurdu, oğullarını şehit verdi, anneydi, neneydi, ancak görmek istemeyenler olsa da Nene Hatun, başka özellikleri ile var oldu. Sadece ‘Aile’ içine sıkıştırılamayacak kadar büyük bir kadındı. Yılın babası, dedesi seçilen erkek savaş kahramanı var mı?

Oysa çok mu zordur 1919 yılında İzmir’in işgaline karşı yapılan büyük Sultanahmet Mitingi’nin ateşli hatibi Halide Edip’in kürsüde konuşan fotoğraflarını tarih kitaplarına koymak ve bu topraklarda tarih yapan kadınları, kadınların daha o zamanlarda bile neler yapabildiklerini göstermek. Dışlanmış, görünmez kılınmış kadınlar bir gün miting meydanına çıkınca da, gelinim, kızım olmuşlardır.

Böyle bir tedrisattan geçince; karşılarındaki her iktidara talip kadını ya ortalık karıştırıcı, ya evin söz dinlemeyen kızı, ya da Katerina olarak görmelerini anlayışla mı karşılamak gerek acaba?

1934’de kadınların seçme seçilme şartlarını düzenleyen Yasa değişikliğinden sonra, 1935 yılı TBMM Beşinci Dönem seçimlerinde 17 kadın milletvekili seçilmiştir. Üstelik bu haklar gökten zembille inmemiş kadınlar bu haklar için bazen canları pahasına önemli mücadeleler vermiştir. 14 Şubat 1935 tarihli bir dergi karikatüründe, “Bayanlarımız saylav oldular” başlığı ile Meclis kapısında çizilen kadınlara “Hadi Bayanlar artık bize kafanızdan da bir şeyler doğurunuz.” İfadeleri yazılmıştır.(Duroğlu, S. 2007,Yüksek Lisans tezi Ankara Ün.)

Bu karikatürün üzerinden 86 yıl geçmiş. Bazı insan formları ise hala değişmemiş.

“Karakolda ayna var
Kız kolunda damga var
Gözlerinden bellidir Cevriyem
Sende kara sevda var...”

Kul Halil’in dediği gibi kimimiz uzun saçlı, kimimiz yaşmaklıdır ve evet sevdamız karadır, gözümüz ise daha da karadır. Karakollarda ayna var mıdır bilmem ama kollarımızda toplumun koyduğu yüzlerce damga olsa da biz bu damgaları çoktan elimizin tersi ile silip attık artık.