‘Kaptan gemi su alıyor, batıyoruz’ diye seslendik. Seslenen bir çok başka yolcu da vardı. Seslenenlerin bir kısmını öylece denize attılar, bir kısmını kendi küçük kamaralarına kapatıp başına nöbetçi diktiler, bir kısmı ‘gemi batmıyormuş, ben yanılmışım’ diyerek kendini kurtarabileceğini sandı, bir kısmımız filikalara davrandı ama gemide sadece bir aileyi içine alabilecek tek bir filika vardı.

Sular yükselirken geminin batmakta olduğunu bilen bizler, nasıl kurtulabileceğimize dair ortak bir plan üzerinde uzlaşamadık. Gemi su alıyordu hızla, bir buz dağına çarpmıştık ama yolcuların yarısı bu gerçeği bir türlü kabul etmedi. Hatta geminin su aldığını söyleyenleri ‘huzuru bozdukları için’ cezalandırdılar. Gemi su alıyordu hızla ve bunun farkında olanların çoğu sadece kendini kurtarmaya çalıştı. Başka yolcuları da kurtarmak isteyenlere ‘düzene karşı geliyor’, ‘kahraman olmak istiyor’, ‘kaptan olma derdinde’, ‘facianın ekmeğini yemek istiyor’, ‘boşuna çabalıyor zavallı’, ‘fazla romantik’, ‘hayalperest’, ‘sen önce kendini kurtar’ dediler. Sular geminin yarısını havaya kaldıracak kadar yükseldi, yolcuların yarısı ‘yükselişimizi kıskanıyorsunuz’ dedi. Gemi su alıyordu hızla ve farelerin dahi bir kısmı bunu kabul etmek istemedi. ‘Gemi su alıyor, batıyoruz’ diye seslendik son bir çabayla. Kaptanın görevi gemiyi yüzdürmek değil batırmak mıydı yoksa? Plan, bir kısım yolcudan kurtulup yaklaşmakta olan yeni bir gemiyle yola devam etmek olabilir miydi yoksa? Gemi öyle su aldı ki bağırmaya gücü kalmadı kimsenin. Herkes su üzerinde kalan kısımda sağlam bir yere tutundu, son büyük sarsıntıyı beklemeye başladı. En sağlam yeri tutmuş olanlar hala, ‘geminin battığı filan yok, bu sadece sizin kopardığınız yaygara’ diyorlardı. Şu saatten sonra çocuklar ve kadınlardan kurtarılabilecek olanları kurtarmak tek çare gibi görünüyordu. Bu kez de can yeleklerinin nerede olduğu konusunda tartışma çıktı. Hem can yelekleri bulunsa bile kim dağıtacaktı? Can yeleği konusunda uzman olduğunu iddia eden küçük bir grup ‘ölürüz de başkasına dağıttırmayız’ diye tutturdu. O sırada hâlâ can kurtarmak için çırpınmakta olanlar yepyeni bir türkü tutturdu:

‘Bak işte yaklaşıyor fırtına
Bak yine yükseliyor dalgalar
Yollardan sonra
Yıllardan sonra
Şarkılar söylüyor çocuklar
Yollardan sonra
Yıllardan sonra
Yeniden yanyana onlar
Ne geçmiş tükendi
Ne yarınlar
Hayat yeniler bizleri
Geçse de yolumuz bozkırlardan
Denizlere çıkar sokaklar’


Bozkırın ortasında Ankara’da boğulmakta olduğumu hissettiğim bir anda, aklıma düşüverdi yine Murathan Mungan’ın dizeleri. Tam kendimi sulara teslim edecekken yenileniyor içimde çabalama arzusu. Kızıyorum sonra Murathan Mungan’a da Yeni Türkü’ye de. Kızıyorum Türkiye’ye ama seviyorum da ölesiye. Çocuklarını, kadınlarını, erkeklerini, inşaattaki işçisini, tarladaki ırgatını, okul kapısındaki öğrenciyi, bir parkta öylece bir başına duran koca çınar ağacını seviyorum. Devam diyorum devam, vazgeçilseydi bu sevdadan vazgeçilirdi zaten bugüne kadar. Batmayacak bu gemi diyorum, belki bizler yolda öleceğiz ama o güzel çocukları güvenli bir limana eriştireceğiz. Güzel ülkemizi güvenli bir limana dönüştüreceğiz.