Öncelikle yazıyı enine boyuna tartışılmış bir “Yetmez Ama Evet!” yazısı gibi algılamamanızı rica ediyorum. Özellikle geçiş sürecinin ve sonrasının en önemli başlığını oluşturacağı kuşkusuz olan yargı söz konusu olunca, 2010 Referandumu’nda alınan “Yetmez Ama Evet” ve “Evet” tutumunun eleştirisinin, geleceğin doğru inşası açısından önemi ortaya çıkıyor. 2010 Referandumu’ndaki tutumlarının gerekçeleri, AYM ve HS(Y)K’nin yapısı, üyelerin seçimi vs. tartışmalarında belirleyici olacak. Muhtemeldir ki aynı kavram ve kriterleri kullanacaklar. Hele o tutumlarını açıkça ya da utangaçça savunanların halen siyasette, medyada ve yargıda kritik konumlardaki varlıklarını sürdürdüklerini gördüğümüzde, bu tartışmaların önemi daha da artıyor.

***

“Yetmez Ama Evet” ve “Evet” diyenlerden pişman olanlar tutumlarını kabaca, “vesayetle ve demokratikleşmeyle ilgili olumlu değişiklikleri yapacağını söyleyen bir iktidara güven duyulmalıydı biz de o nedenle “Evet/Yetmez Ama Evet” dedik. Bir şeyler değişebilir diye düşündük. AB’ye girecektik. 12 Eylül’le hesaplaşılacaktı. Ama Erdoğan demokrat değilmiş. Kandırıldık. Fetullahçılar berbat etti her şeyi!” şeklinde özetleyebileceğimiz şekilde savunuyorlar. “Filancaya güvendim” gibi daha bireysel “özeleştiri” yapanlar da var.

Önemli bir kısmı ise 2010 Referandumu’ndaki “Yetmez Ama Evet” ya da “Evet” tutumlarının savunusunu; referanduma sunulan Anayasa değişikliğindeki, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na (HSYK) yapılacak seçimlerde “her hâkim ve savcının, ancak bir aday için oy” kullanılması kuralının AYM tarafından iptal edilmesine bağlayarak yapıyorlar. Yani AYM bu kuralı iptal etmeseydi, sorun olmayacaktı. Yargı Fetullahçıların eline geçmeyecekti.” Adeta tek ve son sığınakları bu yaklaşım. Bu savunmaya bazı demokrat kişilerin de haklılık verdiğini görüyoruz.

Faturayı AYM’nin iptal kararına çıkaranlara örnek verecek olursak; Ali Babacan: “12 Eylül’ün otuzuncu yılında yapılan, 26 maddenin değiştirildiği referandumun 25 maddesi demokrasi mücadelesinin bir kazanımıydı. Biliyorsunuz geriye kalan o bir madde de yargıdaki vesayetin ürünüydü. Maalesef, o günkü şartlarda, o günün Anayasa Mahkemesi, Meclis iradesinin üstüne çıkıp, HSYK ile ilgili maddeyi değiştirdi… Bu amaçla farklı kanallardan üye seçimiyle oylamalarda gizli ve tek oy seçim usulünü getireceğiz. Böylece herhangi bir grubun kurullara egemen olmasını da engelleyeceğiz.”

Sadullah Ergin: “Tek adaya tek oy şartı getirilmiş olsaydı hiçbir siyasi, cemaat ve ideolojik grup, yargının idari tepesi olan HSYK’yı ele geçiremeyecekti. Fakat o dönemlerde vesayet denilen anlayışın hâkim olduğu Anayasa Mahkemesi bu maddeyi iptal etti.”

Haşim Kılıç: “Tek kişiye tek oy sistemi çok isabetliydi. HSYK’nın çoğulculuğunun oluşmasında önemli bir eşikti. Ama biz bunu bazı arkadaşlara izah edemedik. Eğer iptal edilmeseydi biz bugün belki de başka şeyler konuşuyor olacaktık. HSYK’nın çoğunluğu bu süreçten sonra malum cemaat tarafından ele geçirildi ve olaylar sonrasında yaşandı. 2010’da o yapıya bakış böyle değildi. Sonradan bunların art niyetleri ortaya çıktı.”

Osman Can: “Seçim çoğunlukçu sisteme göre yapıldı. Çoğulculuğu norm düzeyinde engelleyen bu durumun nedeni, Anayasa Mahkemesi kararıdır. Mahkeme, Yargıtay ve Danıştay’daki egemen ideolojik pozisyonun tüm seçimleri belirlemesine olanak sağlamak amacıyla her seçmenin bir adaya oy vermesi hükmünü iptal etti. Bu iptali isteyenlerin ve sağlayanların şimdi şikâyet etmesi ahlaki problemler bir yana en azından tutarsızlıktır.”

Murat Belge: “Örneğin AKP’nin bugün kurmuş olduğu faşizan hukuk düzeni o referandumun sonucu, devamı vb. değildir. 2017 referandumundan sonra gerçekleşme imkânı bulmuş, bu imkânı onlara verenler arasında CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne “tek oy/blok oy” itirazının da payı olmuştur. Bu itirazın kabulü Fethullah cephesinden üyelerin istedikleri tasfiyeleri yerine getirmelerine ciddi yardım etmiştir.”

***

Peki, öyle mi? Yani AYM “her hakim ve savcı, ancak bir aday için oy” kullansaydı durum değişir miydi?

Öncelikle bu tespit matematiğe aykırı. Söz konusu Anayasa değişikliği sonrası yapılan seçimlerde Adli Yargıda toplam 10 bin 55 oy kullanıldı. Bakanlık/Fetullahçı listesinden kazananların ortalama oyu yaklaşık 5400’tü. (en yüksek 6401 en düşük 4542). YARSAV listesinin ortalaması ise yaklaşık 1900’dü (en yüksek 2356 en düşük 1013). 144 aday da bağımsız girmiş ve 8 ila 1548 arasında oy almışlardı. Bakanlık ve Cemaat’in disiplini ile oy kullanan, oylarını taksim edebilen tek bir oylarını bile ziyan etmeyen bir yapıya karşı hangi matematik yöntemle başarı elde edilebilirdi, anlamak mümkün değil. (Aynı tablo idari yargı için de geçerliydi.) Eğer “her hâkim ve savcı, ancak bir aday için oy” kullansaydı bağımsız ve YARSAV listesine verilen oylar daha fazla dağılacak ve disiplinli oy kullanan liste gene kazanacaktı.

Bunun yanında o dönem tüm iktidar/bakanlık ve bürokrasi olanaklarının Fetullahçı/Bakanlık listesi için seferber edildiğini de unutmayalım. AYM’nin iptal kararına bahane bulanlar da bu seferberliğe nefer olmuştu.

***

En önemlisi de o listeyi AKP’li bakanlıkla Fetullahçılar “etle tırnak” oldukları dönemde birlikte hazırladı. Amaç yargıyı fethetmekti. Kaldı ki yargıda Fetullahçılar kadrolaşırken bakan olacaksınız, Başbakan Yardımcısı olacaksınız, AYM Başkanı olacaksınız tüm bunları alkışlayıp şimdi dönüp faturayı üstelik mantığa ve matematiğe aykırı bir şekilde AYM’nin iptal kararına çıkaracaksınız. Hadi diyelim HSYK, Fetullahçıların eline geçmemiş olacaktı. Peki, ordudaki, bürokrasideki, istihbarattaki, milli eğitimdeki kadrolaşma ne olacaktı. Tabii ki AYM sonrasında çelişkili kararlar verdi ve süreçteki günahı fazla. Ama 2010 Referandumu faciasının siyasi ve etik sorumluluğunun sıyrılmak bu kadar kolay olmasa gerek.

Yukarıda değindiğim gibi amacım detaylarını birçok kimsenin unuttuğu/önemsemediği bir tartışma açmaktan daha çok yukarıdaki bakış açısının geçiş ve dönüşüm sürecinde söz sahibi durumda olması. Umarım süreci yönlendirenler bu tartışmalara sağlıklı bir şekilde yaklaşır.