Geçen sezonun devre arasında Fenerbahçe’den ayrılan Roberto Carlos, Brezilya’ya gider gitmez bir açıklama yapmıştı, “Fenerbahçe’de sevgisizlik hâkim” demeye...

Geçen sezonun devre arasında Fenerbahçe’den ayrılan Roberto Carlos, Brezilya’ya gider gitmez bir açıklama yapmıştı, “Fenerbahçe’de sevgisizlik hâkim” demeye getiriyordu. Paramı vermediler, orada futbol çok geri, uyum sağlayamadım gibi şeyler söyleseydi zaten aklımda kalmayacaktı. Ancak bir futbolcunun sevgi yokluğundan söz etmesi hem manidar hem de inciticiydi. Ne de olsa bizim buralardan söz ediyor ve içten içe hissettiğimiz bir yokluğu tokat gibi çarpıyor yüzümüze. İster istemez canı acıyor insanın, inciniyor.
Geçen haftalarda Emre Belözoğlu hakkında birkaç satır yazmıştım. Kendisine yapılan her hareketi adli bir vaka gibi algıladığından dem vurmuştum. Bu hafta da bir Sabri-Arda ortak yapımı izledik. Ne oldu, nasıl oldu da bu iki “milli” topçu sokak kavgasına giriştiler, inanın hiç önemi yok. Önemli olan nasıl olup da bu çocukların hafif bir esintiden aşıyı kapıyor oldukları.
Küçüklüğümde mahalleden bazı genç irisi çocuklar hatırlıyorum. Sokak sokak gezer “ne bakıyorsun lan!” diyerek girişeceği birilerini ararlardı. Hatta onlardan bir tanesi lise yıllarında bana "en büyük ideali"ni açıklamıştı: “Bu âleme adımı piç diye yazdırmadan ölmeyeceğim!”
Şimdi kime anlatsam, bu "piç arkadaşım"ın psikopatolojik sorunları olduğuna hükmediverir.
Oysa Arda, Sabri, Emre gibi topçular için ülke ikiye bölünmüş durumda sanki. Bir kısmı asalım, diğer kısmı besleyelim diyor. Ama hiç kimse, ne oluyor bu çocuklara diye sormuyor.
Ülkenin pek çok futbolseveri tarafından alkışlanan genç bir topçunun Metin Oktay, Rıza Çalımbay, Ertuğrul Sağlam ya da Ergün Penbe’yi değil de Alemdar Polat’ı kendisine "reis" edinmesinin sadece psikolojik değil, sosyolojik temelleri de var elbette. Endüstriyel durumların fena halde sosyo-ekonomik kategoride servis etmeye çalıştığı güzel oyunun bizdeki algılanışı fazlasıyla ekonomi soslu olduğundan, sosyal durum bizi pek ilgilendirmiyor.
Öyle olunca da takımı emanet ettiğiniz kaptanınız kahvede okeye dönerken “koşun Sabri abiyi Almanya’da kıstırmışlar” çağrısına ıstakayı kapıp koşan bir bar fedaisine dönüşüveriyor.
Çünkü yöneticiler de farklı değil. Duvara astırdıkları düdüklerden oluşan koleksiyonuyla caka satan yöneticilerimiz var. Dünya şampiyonu olacak bir takımın hocasına “hoca değil, Yeniköy kasabı” diyen ağır abilerimiz, gazetecilere “ben sizi hiç dövdüm mü?” diyerek suçsuzluğunu anlatmak isteyen başkanlarımız var. Alemdar Polat’ları Çarşı’ya salanlardan söz etmiyorum bile. Carlos’un sevgi beklediği ortam işte böyle bir ortam. İşte bu ortamda kimse genç topçuya “insan ol evlat” demiyor. İnsanlık cukkayı doğrultmuyor çünkü. Daha doğrusu insanı az olan bir masa bu. İnsanı az, gençlerinden reis bozuntuları yaratan bir cehennem.
Ardagillerin, Emregillerin tek kurtuluşu öncelikle bu gibi saldırganlıkları sonunda ayaklarını bir süreliğine toptan kesecek yöneticilere sahip olmaları. Sonra bu yöneticileri alkışlayan bir medya. Her futbolcu adayının aynı zamanda bir hobisinin olmasını sağlayacak bir süreci devreye sokmak için futbol okullarında bunun sadece bir oyun; ama güzel bir oyun olduğunu anlatacak edebiyat, tarih, felsefe, müzik eğitmenlerine ihtiyaç var.
Elbette Federasyona düşen görevler de var; ancak zihinlerine devlet sinmiş bir kurumdan bu konuda beklenecek tek şey yasaklar manzumesi olacağından, şimdilik onların gölge etmemeleri en hayırlısı olur.