“Hasret bu yavrucağım Yedi kat yerden geliyor Sıcak selamın…” O günden bu yana, ne zaman genç yaşta ölen insanlardan söz edilse, hep bu şarkı düştü aklıma.

Genç ölenlerin ardından…

1988’de okumak için Ankara’ya gittim. Küçük bir bocalama döneminin ardından “ortam”a uyum sağladım. 12 Eylül sonrası, üniversitelerin liseleştirildiği yıllardan söz ediyorum… Henüz kampüslere güvenlik konulmamıştı, kimliksiz her yere girilebiliyordu ama içeride “barınmak” zordu. Her kampüsün sağcısı ve solcusu, takıldıkları fakülteler ve kantinler belliydi. Ben şanslıydım: Sağcısı az bir üniversitede okudum, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi’nde. Fakültenin öğrenci derneğini kurduğumuzda, BKA’da yaptığımız (sonradan ODTÜ’lü abilerden adının forum olduğunu öğreneceğimiz) tartışmalı toplantılar sırasında bizi rahatsız eden yoktu. Yan tarafta Eczacılık vardı, onda da durum aynıydı. Derdimiz, arka taraftaki kompleksti: Gazi Üniversitesi’ne aitti ve “faşist yuvası” olarak bilinirdi Gazi. Arada, MEB Şura Salonu ve eski Öğretmenevi’nin de olduğu Milli Eğitim kampüsü vardı ve burada Gazililerle karşılaştığımızda küçük çaplı kavgalar çıkardı. Karşılıklı atılan laflar, sıkılan yumruklar ve horozlanmalardan ibaretti bu kavgalar. Pusu nedir bilmezdik. Tesadüfen karşılaşırdık, yol gözlemezdik. Abilerimiz, “pusu”ları anlatırdı, anlam veremezdik. Ahmed Arif şiirlerinde karşımıza çıkardı bu sözcük, şaşarak bakardık. 12 Eylül’ün ilk yıllarında büyümüştük ve pusuyu sadece devletin kurduğuna inanmıştık. İnsanlar, siviller birbirine pusu kurmazdı. Öyle sanıyorduk. İnsan olan, karşısındakini dinlerdi, anlardı. Konuşarak çözülürdü her şey. Buna inanmıştık. Horozlanmalar bir yana, “düşman”la konuşabiliyorduk o dönemde. İlerleyen yıllarda, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden Sivas kıyımına, çok şey yaşadık. Üniversite yıllarının ne kadar naif olduğunu acıyla ve hasretle hatırladık.

Üniversite yılları, Grup Yorum’un ortaya çıktığı yıllara denk gelir: 1985’te kurulan, 1987’de ilk albümünü yapan, ertesi yıl kitleselleşen Grup Yorum, o dönemde pek çok insanı etkiledi. Üniversitelerde, birbiri ardına topluluklar kuruldu. Bunlardan biri, Onur Akın’lı Baran’dı. “Yediveren” adlı ilk albümleri yayımlandığında, herkesin diline düşen “İstanbul” değil, ikinci yüzün başındaki şarkı dilimize düşmüştü: “Kanatlarında Kaldı Bahar”. Mehmet Zeki Gezici’nin “Hasretin Bedeli” adlı şiirinden uyarlanmıştı bu şarkı ve daha ziyade “72 Yazı” olarak biliniyordu: “Ateşten bir damla gibi / Döksek dünyayı yeniden / Bayrak çekilir gönlümüze // Yetmiş iki yazında yavrum / Üç günde dağılıp giden / Kuş sürülerinin / Kanatlarında kaldı bahar // Senden ve sevdandan uzak / Hasret bu yavrucağım / Yedi kat yerden geliyor / Sıcak selamın…”

O günden bu yana, ne zaman genç yaşta ölen insanlardan söz edilse, hep bu şarkı düştü aklıma. 20 Temmuz günü, öğlen saatlerinde Suruç’tan gelen haberin ardından, yine bu şarkıyı mırıldanırken yakaladım kendimi. İlerleyen günlerde nefretin arttığını, ölülerin yarıştırıldığını gördüm ve şarkı söyleyemez hale geldim. Dahasını da gördüm: Suruç’taki bombalamanın akabinde öldürülen asker ve ertesi günlerde öldürülen polislere sahip çıkan devletin, Suruç’ta parçalanan çocukları anmak için toplananlara saldırdığını, cenazelerin sessiz sedasız toprağa verildiğini… Kimilerinin asker ve polisi anmayı abarttığını, “şehit” edebiyatının o karşıkonulmaz şehveti içinde ağızlarından salyalar saçarak gencecik çocukları ananlara saldırdığını gördüm. Dahası, genç yaşında, üstelik şu anda yaşadığım evin az ilerisinde toprağa verilen Ece Dinç’in mezarına saldırıldığını gördüm. Memleketin, ölülerden bile korkanların memleketi olduğunu yeniden kavradım: Ruhi Su’nun Zincirlikuyu’daki mezarını kurşunlayanlar, Can Yücel’in Datça’daki mezarını kıranlar, Sivas katliamında ölenlerin anıtmezarını tahrip edenler, bu kez de Ece’nin mezarındaydı, bütün saldırganlıklarıyla ve karşıkonulmaz nefretleriyle. Ece Dinç, Suruç’ta ölmeseydi, Perşembe gecesi İstanbul Üniversitesi’nin Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü kazandığını öğrenecek, sevinecekti. Sadece o mu? Orada öldürülen 32 gencin, kim bilir ne hayalleri vardı. Tıpkı öldürülen polis memurunun tabutunun yanına uzanan Tayvanlı eşi gibi, onları bekleyenler vardı geride. Suruç’a güle oynaya gidenler, ağıtlarla geri döndü. Tam da onların doğduğu yıllarda popüler olan ve az önce andığım şarkıdaki gibi, bahar, “üç günde dağılıp giden kuş sürülerinin” kanatlarında kaldı. Oradaki çocukların, o oyuncaklara muhtaç olanların bir kere daha öksüz, bir kere daha yetim kalmalarını hesaba katmıyorum bile.

Türkiye’nin yaşadığı en büyük acılardan birini daha yaşadık geçtiğimiz hafta. Kadıköy’deki iskele meydanında Kobanê’ye yardım için para toplayan, Beşiktaş’taki kartala benzemeyen kartal heykeli önünde bildiriler dağıtan, eylemde, sokakta, meyhanede, kafede, kitapçıda karşılaştığımız, adlarını bilmesek de yüzlerini bildiğimiz insanları kaybettik. Acının büyüğü, onları terörist addedenlerin yaşattığı. İnsanlıktan çıktığımızı anlamak, kimileriyle bir arada yaşayamayacağımızı kavramak, acımızı körükledi.

Elbette barış gelecek bu topraklara. Bir gün, mutlaka. Arkadaşlarımızı, toprağa gencecik vermeyeceğiz ve onlarla giderek büyüyen halaylar kuracağız. Çok zor değil bu, elbet yapacağız.

Genç ölümlerin akla getirdiği bir şair, Ergin Günçe. “Ay mıdır kar mıdır pencerede / Boğulmuş çocukları martılara taşıyan /…/ Ölüm alışsın artık bize / Bir dans gibi bahçemize gelsin / Gelsin otursun ılık minderimize” dizelerini haiz “gencölmek”i yazdığı için değil sadece, genç yaşında öldüğü için. Ergin Günçe’nin oğlu Dadal, babasının ölümünün ardından bir şiir yazmıştı. Cumhuriyet’te yayımlanan bu şiir, yazının son sözü olsun. Geçtiğimiz hafta kaybettiğimiz genç insanların anısına…

Veda Şiiri
Pencereden dışarıya bir göz attım
Yağan karı gördüm
Genç yaşta yitirilenler için yazdığı Ağıtın başını anımsadım
Ay mıdır kar mıdır pencereden
Boğulmuş çocukları martılara taşıyan
Kolay değil bu
Bana sevmesini öğreten insanı yitirdim