Gençlerin düşündeki ülkeyi kuracağız
SOL Parti Ankara’da ‘‘Eşit, parasız laik eğitim istiyoruz’’ diyerek eylem yapmıştı. (Fotoğraf: BirGün)

BirGün Politika Kolektifi

Ülkemizin hem nüfusunun hem üretiminin ciddi bir hacmini 18-24 yaş arasındaki gençler oluşturuyor. Çalışma yaşamına dahil olma yaşının gitgide düştüğü bir ucuz işçileştirme planlamasına ise gençlik sığmıyor, sığmak istemiyor.

Eğitimden üniversitelere, atamalara ve iş başvurularına kadar genç nüfusun istekleri, arzuları ve emekleri ile iktidarın sunduğu birbirine asla uymuyor. Adil, eşit, demokratik bir ülkenin imkanları da bu karşılanmayan talep ve arzularda birikiyor.

Atama bekleyen bir öğretmen: KPSS’ye ihtiyaç bırakmayacak bir planlama gerek

Yıllarca kısıtlı imkanlarıyla atanmak için çabalayan, çabası beyhude bırakılan öğretmenler, özel sektörlerde şirketleşen okullarda, büyük zincir marketlerde, zincir mağazalarda ucuz işgücü olarak çalışıp hayatın asgari düzeyde aktif birer parçası olarak belirsiz bir atama sürecini sürdürmeye çalışıyor.

Türkiye’de öğretmenlerin kamuda istihdamı konusunda yaşanan en önemli sorun sizce nedir?

Sınav sisteminin adaletsizliği. KPSS her sene yeniden yapılan ve öğretmenler için üç farklı aşamadan oluşan bir sınav. Sınavın kapsamı ve değerlendirme kriterleri, bir öğretmenin atanabilme sürecini çok çetin ve zor bir hale getiriyor. Zorlu üç aşamadan kendi imkanlarıyla geçmeye çalışan “işsiz” öğretmen, komik kontenjan sayılarıyla kaderini beklemek zorunda kalıyor. Ülkede öğretmenlerin güvenceli ve kamusal hayatta çalışabilmesi için göstermesi gereken çaba ve bu çabaya sunulan olanaklar arasında çok büyük bir uçurum var. Hal böyleyken yıllarca kısıtlı imkanlarıyla atanmak için çabalayan, çabası beyhude bırakılan öğretmenler, özel sektörlerde şirketleşen okullarda, büyük zincir marketlerde, zincir mağazalarda ucuz iş gücü olarak çalışıp hayatın asgari düzeyde aktif birer parçası olarak belirsiz bir atama sürecini sürdürmeye çalışıyor.

genclerin-dusundeki-ulkeyi-kuracagiz-1110800-1.

Atanamayan öğretmen sorununun yıllardır çözülmemiş olmasını bir siyasi tercih olarak mı görmeliyiz?

Eğitimin gericileşmesi ve piyasacılaşmasına yönelik atılan adımlara baktığımızda, evet. Pek tabii elbette KPSS ve atanma sürecinin çoğu öğretmen için bir mucize oluşu tesadüf değil. Öğretmenlerin kamu istihdamındaki kısıt, özel okullarda çalışmaya neredeyse kira ve karın tokluğu tutarına mecbur bırakılma, dini eğitime ve dini eğitim elemanlarına ayrılan kontenjanlara bakıldığında, KPSS iktidarın gerici ve piyasacı eğitim politikasına hizmet ediyor diyebiliriz. AKP ile birlikte Türkiye’nin çoğu iline eğitim fakülteleri açıldı. Öğretmen adayı mezun sayısı ciddi oranda arttı. Okulların kontenjan talebi ise pek tabii eşit değil. Arada oluşan fark, adayları özel kurumlara mecbur bırakan, mesleki nitelikleri de ciddi biçimde azaltan bir fark. Dolayısıyla atanamayan öğretmenler özel sektörde sömürülmeye mecbur bırakılarak iktidarın ve kolej patronlarının da yüzünü güldürüyor. Bu sistemden iktidar ve özel okul patronları dışında kimse memnun değil.

Sizce kamuda öğretmen alımı sorununun öğretmen adaylarını mağdur etmeyecek, kamusal eğitim açısından çözümü nedir?

Öncelikle özel okullaşma oranına bir müdahale edilmesi gerekiyor. Bakanlık bu alanı adeta açmış durumda. Kendi yetiştirdiği öğretmenlere değil sahip çıkmak, değil hak ve taleplerini sürdürmek, onları kötü yaşam koşullarına ve mesleğin artık niteliksizleşmesine alıştırmaya çalışıyor. Tabii bununla beraber sınav sisteminin aşamaları, atanma kriterleri daha adaletli olmalı. Hatta bence mümkünse bu KPSS olmamalı. KPSS hem kapsam geçerliği açısından hem de değerlendirme kriterleri açısından problemli bir sınav. Öğretmen seçimi için de uygun değil. Ayrıca Devlet okullarının kontenjanları çoğu zaman doğru ve sağlıklı belirlenmiyor. İstihdam unsurları iyi denetlenmeli, kontenjanlar alanlardaki mezun sayısına uygun olacak biçimde yeniden düzenlenmeli. Eğitim ve öğretim piyasacı olmaktan çıktığında, kamuya, kamu okullarına ve öğretmen kontenjanlarına daha fazla yatırım yapıldığında KPSS gibi bir sınava da ihtiyaç kalmayacak.

***

Eğitim Sen İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Çayan ÇalıkEğitim Sen İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Çayan Çalık

Eğitim Sen İstanbul 2 No’lu Şube Başkanı Çayan Çalık: Eşit toplum eşit eğitimle mümkün​

Siyasal iktidar özel okula ilk kez kayıt yaptıracaklara kamunun kaynaklarını aktarmada tereddüt etmiyor. Devlet okulları rekabet edecek düzlemde “hizmet satmaya” devam ettikçe, özel okullar var oldukça toplumda kastlaşma artacaktır​.

Siyasal iktidarlar, kamusal olanın yeniden yapılandırılması doğrultusunda adım atarlar. Bu atılacak adımların mahiyetini belirleyen siyasal iktidarın sınıfsal karakteri olduğu da açıktır. 24 Ocak kararlarının neoliberal muhteviyatı, Hizmet Ticaret Genel Anlaşması’nın (GATS) 25 Şubat 1995 yılında TBMM’de kabulüyle başlayan kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve özelleştirilmesi bugüne gelişin adımları olarak görülmelidir.

Eğitimi, mevcut üretim ilişkilerinde sermaye ve iktidarın ihtiyacına göre şekillenen, güncellenen canlı bir organizma olarak düşünmek gerekir. Sabit, değişmeyen bir yapı olarak ele almak sağlıklı olmadığı gibi, eğitimin zaman içerisinde geçirdiği dönüşümleri de anlamamızı zorlaştırır. Ülkemiz açısından eğitim sisteminin özeti; üretimi, toplumsal aydınlanmayı yurttaş olmayı, düşünen, sorgulayan, üretken bireyler yetiştirmek üzerine kurulu köy enstitülerinin birikimi üzerinden gelişen ilk dönem modernleşme anlayışından; tüketimi, tüketime dayalı “modernleşmeyi” amaçlayan, rekabetçi, militarist, gerici, ezbere dayalı anlayışa geçiştir. “Siyasal alana” dönük bir müdahale aracı olarak algılanan 1980 darbesinin toplumsal hayata, en temel haklara, kamusal alanın din üzerinden yeniden inşasına kadar bütünlüklü bir müdahale olduğu unutulmamalıdır. Bu gerici dönüşüm, sistemin ideolojik yönelimine uygun olarak yapıldı. AKP döneminde 4+4+4 yasası olarak bilinen gerici-piyasacı yasayla dine hizmet eden bir devlet inşası üzerinden eğitim yeniden yapılandırıldı.

***

8 yıl zorunlu eğitim okul türünü teke düşürdü ve müfredatı ortaklaştırdı. 2012’de “zorunlu eğitim” 12 yıla çıkarıldı. Farklı program uygulayan üçüncü kademedeki (lise) okulları devam ettirmekle kalmadı, ikinci kademede (ortaokul) iki farklı program uygulayan okul türünü (imam hatip olan ve olmayan) devreye soktu. Bu dönüşüm sürecinin pedagojik olmadığı, toplumu zapturapt altına almaya çalışıldığının göstergesidir. Zorunlu eğitim kapsamında olan bir çocuğun ayrı müfredata tabi tutulmasına toplumun tüm kesimlerinin karşı çıkması gerekmektedir. Bilimsel araştırmalar da şunu açıkça ortaya koymuştur. Erken yaşta çocuğun bir mesleğe yönlendirilmesi ya da mecbur bırakılması kişinin ileriki yıllarda mutsuz yaşam sürmesine neden olmaktadır. Doğru olan kendisinin ve yeteneklerinin farkına vardığı daha ileri yaşlarda bireyin tercihini yapabilmesine olanak sağlamaktır.

Kamusal eğitimin tasfiyesi çok yönlü eşitsizlikler yaratmakta, gelir seviyesi düşük ailelerin çocukları sınav cenderesine sokulmuş eğitim sisteminde baştan kaybetmektedir. Bu çoğu zaman öğretmen eksikliği, maddi şartlarda var olan problemler, bilinen ama salgın döneminde daha çok açığa çıkan imkansızlık ve eğitime ulaşma konusunda yaşanan sıkıntılar, başlıca nedenlerdir. Bunun dışında kamunun öğrencilerin nasıl barınacağı konusunu ele almıyor olması, çeşitli tarikat ve cemaatlere öğrenci sağlayan bu mekanizmanın varlığı diğer en önemli sorunlardandır. Bu eğitim sisteminin sürdürücüleri eğitimin temel niteliğini önemli oranda yok etmişlerdir. Cemaat ve tarikatların bu kadar yoksul kesimlerde yaygınlaşmasını sağlayan etkenlerden biri bu eğitim sisteminin yarattığı çaresizliktir.

Dinsel olanın kamusal alanı belirlediği bir toplumsal yaşamın ve gerici bir eğitim sisteminin toplumsal kabulü yoktur. AKP eliyle inşa edilmeye çalışılan toplum modelinde okulların kamucu niteliğinin tasfiyesi, bilimsel olanın devre dışı bırakılması, kamusal okul algısını imam hatiplere daraltan hizmet yaklaşımı, kitle tabanı olarak gördüğü kesimlerde de karşılık bulmamıştır. Eğitim sistemi dinci ve piyasacı yapısıyla sürdürülebilir değildir. Yeni bir kurucu süreçle bilimsel temelde kamucu bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Yaşadığımız bu coğrafyada yaşayan kültürlerin kendini geleceğe taşıyabildiği kamusal kültür politikasını temel alan yeni bir eğitim sistemi pekala mümkündür. Öteki yaratmayan, kamusal, laik, demokratik bir eğitim sistemi bugünün temel ihtiyacıdır.

"haktır anlayışı, bireyin kendisini fark etmesine, yeteneklerinin açığa çıkarmasına ve topluma özgün bir şekilde dahil olma yetisinin gelişmesi üzerine kurulu felsefesi olmalıdır. Mevcut eğitim yapısı sınav merkezli eğitim sistemine cevap verecek şekilde dönüştürülmüştür. Sınavların öğrencinin başarısını ölçmekten uzak olduğu, bir ölçüt olarak ele alınmaması gerektiğini sistemin kendisi ortaya koymaktadır. Sistem herkese imkan sunmayı bırakıp eleme, tasnif etme üzerinden öğrencileri birbiriyle rekabet eden birer robota dönüştürmeyi amaç edinmiştir. Bu yarış öğrenciler kadar velilerin de öğrenciler gibi sınava hazırlanmasına, çocukla olan iletişim biçimini belirlemesine neden olmaktadır.

Eğitim sisteminin bilimsel temelden yoksun kalma süreciyle sınav merkezli eğitim modeli arasında eşzamanlılık göze çarpan bir durumdur. Bugün açısından eğitim sistemi tamamen sınav merkezlidir. Bu durum başta eğitimin kendisi olmak üzere öğretmeni, öğrenciyi, veliyi de olumsuz etkileyen bir süreçtir. Esaslı bir tartışma yapılamıyor olması da “sınav sektörünün” temel belirleyen hale gelmesinde yatmaktadır.

***

Piyasalaştırma, özetle düne kadar kamusal hizmet üreten kurumların piyasa kurallarına riayet etmesi ve üretilen hizmetin alınabilen satılabilen bir metaya dönüştürülmesi olarak anlamlandırılabilir. Bir okulun ihtiyaçlarının ödediğimiz vergilerden ve kamunun kaynaklarından ihtiyaçlarının karşılanması durumundan, okulun ihtiyaçlarının okul aile birlikleri vasıtasıyla, ödediğimiz vergilerden değil velinin cebinden karşılanması durumu olarak özetlemek yanlış olmayacaktır. Kamu okullarının kendi aralarında rekabetinin istendiği bu modelde, öğretmenin öğretmenle rekabetinden, öğrencinin öğrenciyle olan rekabetine varan bir okul modeliyle karşı karşıyayız. Piyasalaştırma, kamu okulları arasında sosyo ekonomik düzey farklılaşmasına neden olmuş, ihtiyacını karşılayan okul, imkânları olan, ihtiyacı karşılamayan okul ise imkanları olmayan okula dönüşerek, eşitsizlik bizzat “iktidar” eliyle üretilmektedir. Aynı durum aynı okulda okuyan öğrenciler için de geçerli hale gelmiştir. Okul bünyesinde açılan “özel” sınıflar okulların para kazanma kapısı haline getirilmiştir. Piyasalaştırmada göze batmayan ve en tehlikeli durum olarak tarif edilecek bir başka durum ise kamu ait bir arazide okul inşaatının her hangi bir sermaye grubuna verilerek, okulun idari yapısında şirket anlayışıyla yönetime dahil edilmesidir Çok göze batmayan bu durum kamu okullarının özel okul mantığıyla işletilmesine yol açmakta sermayeyi koyanın sözü geçerli olmakta, okulun adı da değiştirilebilmektedir. Bu durum meslek okulları için de geçerlidir. Okul kamu görünümlü, işleyişi özel, öğrenciler de sermayenin ucuz iş gücüne dönüştürülmektedir.

***

Diğer ana başlık eğitimi özelleştirmedir. Son on yıl içerisinde özel okul sayısı ve öğrenci sayısı ciddi boyutta artış göstermiştir. Bu artışta kamuoyunda 4+4+4 yasası olarak bilinen gerici ve piyasacı eğitim yasasının payı göz ardı edilemeyecek boyuttadır. Okulların laik, bilimsel kamusal niteliği (piyasalaştıkça) yok edildikçe özel okul sayısı artmış, pastadan pay kapma yarışına giren herkes eğitime el atmıştır. Özel okulların açılması pay kapma yarışının bir tezahürü olarak karşımıza çıksa da devletin özel okullara teşviki göz ardı edilemez boyuttadır. Devlet okullarındaki ihtiyacı karşılamayı tercih etmeyen siyasal iktidar özel okula ilk kez kayıt yaptıracaklara kamunun kaynaklarını aktarmada tereddüt etmemiştir.

Devlet okulları rekabet edecek düzlemde “hizmet satmaya” devam ettikçe, özel okullar var oldukça toplumda kastlaşma artacaktır. Gelinen noktada eğitim sistemindeki zamana ve mekâna yayılmış çok boyutlu eşitsizlik, eğitim süreci içerisinde olan çocukların gelişimindeki farklılaşmayı ileri boyuta taşıdığı için sınava giren her öğrencinin bir saatlik süresi bile eşit görülmemelidir. Eğitimin her yurttaşın temel kamusal hakkı olduğu gerçeği göz ardı edildiği müddetçe, eğitimde gerçek bir eşitlikten bahsetmek mümkün değildir. Hayatın eşitsizliği karşısında,” herkese fırsat eşitliği” yaklaşımı bugünün temel sorununu çözmekten çok uzaktır. Fırsat eşitliği yerine öğrencinin nitelikli eğitim hakkı esas olmalıdır.

***

Akademisyen Aysun GezenAkademisyen Aysun Gezen

Akademisyen Aysun Gezen: Demokratik ve katılımcı bir dönüşüm​

Oradaki sermaye çevreleri kazansın, ekonomi canlansın diye her ilde apartmandan bozma binalara üniversite tabelası asıp eğitimi sadece parası olanların imtiyazına çeviren bu sisteme karşı eşit, parasız, nitelikli, bilimsel, laik eğitimi savunmak kamusal sorumluluğumuzun da gereği.

Üniversitelerin iktidar tarafından abluka altında olmasının, siyaset ve akademi arasında tek yönlü bir ilişkiye mecbur bırakılmasının sonuçları neler oldu?

Gerek mevcut düzeni ve statükoyu korumak gerek neoliberal politikaları hayata geçirmek için üniversiteleri “ele geçirmek” zorunda olduğunu biliyordu iktidarlar; bunun için hem kamusal yararı odağına alan bilgi üretim süreçlerinin denetlenmesi, kontrol altına alınması ve gerektiğinde bastırmak için zorun kullanılması, bilgi üretim sürecinin ve eğitimin kendisinin metalaşması hem de üniversite gençliğinin işçi sınıfının mücadelesiyle bağının koparılması gerekiyordu. Bunun için de darbe anayasasından önce 1981’de YÖK kuruldu. Bugün yaşadıklarımız bu zihniyetin sürekliliğini ortaya koyuyor. Fakat bu dönem çok daha ağır bir saldırı söz konusu. Kampüslerin polis üslerine çevrildiği, gerici, faşist yapılanmalara teslim edildiği, akademik özerkliğin, özgürlüğün tümüyle ortadan kaldırıldığı, bilimsel özgürlüğün, düşünce ve ifade özgürlüğünün neredeyse suç sayıldığı iktidar mekanlarına dönüştü üniversiteler. Üniversiteye biraz benzeyen neredeyse hiçbir yer bırakmadılar. Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik saldırılar da son çiviyi çakmaya yönelik.

OHAL’i ve KHK’leri da fırsata çevirdi AKP iktidarı. Akademik tasfiye, öğrenci hareketlerinin soruşturma, ceza ve tutuklamalarla etkisizleştirilmesi, rektörlerin doğrudan cumhurbaşkanı tarafından atanması; bulunduğu konumu iktidara borçlu olan, bu borcu da kendini sadece cumhurbaşkanına karşı sorumlu görüp iktidarın ne istediğini tahmin edip peşin peşin uygulayan yönetici profili yarattı; sadece rektörlük düzeyinde değil her kademede. Şu an üniversitenin ne olduğundan bi haber, üniversite değerlerinden, kampüs yaşamından zerre haberi olmayan, tek derdi kendi çıkarını sağlamak için iktidarı memnun edip emirlerini yerine getirmek olan yöneticiler üniversite emekçilerinin haklarının gasp edilmesinde, üniversitelerin çölleştirilmesinde en önemli aktörler konumunda. Düşünün ki bir akademik kurulda yönetimle aynı oyu vermediğiniz, karşı yönde oy kullandığınız için ya da iktidarın icraatlarına eleştirel yaklaşan bir e-postayı mail gruplarına attığınız için soruşturma geçiriyorsunuz. Durum bu kadar absürtleşti.

Akademik hareketlilik adı altında sürgün ve istifa dayatması, güvencesizliğin alabildiğine derinleşmesi, adrese teslim kadro ilanları, biat etmeyenlere kadro vermeme, idari ve teknik personelin haklarını tanımama, mobbing, şiddet şu an sadece adı üniversite olan yerlerin gerçeği. Salt sermayenin ihtiyaçları dikkate alınarak düzenlenen eğitime kampüslerin ve üniversitelerin kendisinin bir piyasa halini alması da eşlik etti. Mevcut durum diploma tacirliğinden öteye gitmiyor. Tez yazım büroları, yayın ve atıf çeteleri, parayla makale yayınlatma, sahte sempozyumlar gibi araçlarla bilgi üretimi de sonuna kadar metalaştırıldı. “Akademisyenlerin” görevi de bir yandan iktidarın yapıp ettiklerine meşruluk kazandıran “bilgiyi” üretmekken diğer yandan da öğrencileri hayalleri ve düşünme yeteneği çalınan “yaşayan ölülere” dönüştürmek olarak belirlendi. Bu beklentiye aykırı davranan herkes iktidarın şiddetinin hedefinde. Vakıf üniversitelerinde durum daha da vahim. Kamu yararı yerine azami kar elde etme hırsı çoktan yerleşmiş ve fiilen şirket gibi yönetilen üniversiteleri gerçekten şirket statüsüne kavuşturmayı düşlüyor ve iktidara bu konudaki taleplerini açıkça ifade ediyor sermaye çevreleri. İş gücü maliyetlerini azaltmak için de hak gaspı “hakkı” istiyorlar.

İktidarın öğrencileri ucuz iş gücüne ve müşteriye çevirdiği yetmiyor; ekonomik kriz ve derin yoksullukla birlikte öğrenciler artık bırakın eğitim için gerekli bilgisayar, kitap vb. materyallerin parasını karşılamayı, eğitimini sürdürebilecek barınma, beslenme giderlerini karşılayamaz hale geldi. Bu nedenle birçok öğrenci üniversiteye hiç başlayamadı ya da bırakmak zorunda kaldı yahut aynı zamanda çalışmak durumunda. Bu tek yönlü ilişki, üniversite denilen yerin AKP iktidarının hem kendisini hem de mevcut üretim ilişkilerini sürekli yeniden ürettiği mekanlar haline gelmesi demek.

genclerin-dusundeki-ulkeyi-kuracagiz-1110801-1.

Üniversitelerin özgürleşmesi için atılabilecek acil ve uzun erimli adımlar neler olabilir?

Hepimizin geleceğini belirleyecek ve esasında hep mücadelesini verdiğimiz eşit, özgür, sınıfsız, sömürüsüz yaşamı filizlendirmekle insanlığı, gezegeni, bütün canlıları felakete sürükleyen sistemi sürdürmek arasında bir tercih de olacak bir seçim var önümüzde. İlk ve en önemli adım bu iktidarı göndermek. Bunun için de her düzeyde örgütlenmek zorundayız.

Üniversiteleri üniversite yapan değerler temelinde bir yeniden inşa ise kaçınılmaz. Bu ise cezalandırma ve tahakküm kurma, yandaş olmayan her tür örgütlülüğü yok etme amacına hizmet eden disiplin yönetmelikleriyle yönetme anlayışından ayrılmayı gerektiriyor. YÖK’ün kaldırılmasını, YÖK’le birlikte yaratılan düzenin tamamen kökten değiştirilmesini, üniversiteyi düzenleyen kuralların güvenlik ve disiplin sorununa indirgenmemesini, üniversitelerde yaşamın ve ilişkilerin tüm üniversite bileşenlerinin katılımıyla kolektif şekilde belirlenen ve hayata geçirilen kurallarla düzenlenmesini, üniversiteler arası koordinasyon ve ilişkiyi sağlayacak, demokratik, katılımcı biçimlerin oluşturulmasını, üniversite yönetimlerinin her düzeyde bu ortak yaşam ilkeleri çerçevesinde yine tüm üniversite bileşenlerinin katılımıyla belirlenmesini esas alan bir dönüşüm şart.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün, bilimsel özgürlüğün, akademik özerkliğin, gerek emek rejimi açısından gerek üniversite yaşamındaki ilişkiler açısından eşitliğin her düzeyde sağlanması ve güvence altına alınması, üniversite emekçilerinin toplum yararına, gelecek kaygısı taşımadan ve özgürce bilgi ve hizmet üretmesi için güvenceli kadro ve insanca yaşamaya yetecek ücret sağlanması, öğrencilerin barınma, beslenme, ulaşım gibi temel ihtiyaçlarının ücretsiz bir şekilde karşılanması, eğitimin kamu yararı odaklı, kişinin kendini gerçekleştireceği niteliklerini geliştirecek şekilde yeniden düzenlenmesi, yükseköğretimin sermayenin ihtiyaçlarına değil toplumun ihtiyaçlarına göre planlanması, bütçeden gerekli payın ayrılması, kütüphane, laboratuvar, derslik, yurt gibi fiziki alt yapı sorunlarının giderilmesi de biraz daha uzun erimli sayılabilecek adımlar.

Ancak belki de an acil ve öncelikli adımlardan biri öğrencilerin ve üniversite emekçilerinin örgütlenmesinin önündeki tüm engelleri kaldırmak olmalı.

Oradaki sermaye çevreleri kazansın, ekonomi canlansın diye her ilde apartmandan bozma binalara üniversite tabelası asıp eğitimi sadece parası olanların imtiyazına çeviren bu sisteme karşı eşit, parasız, nitelikli, bilimsel, laik eğitimi savunmak kamusal sorumluluğumuzun da gereği. Eneslerin hayalleri ve hayatları çalınmasın, gençlerin yaşamları tarikat ve cemaat karanlığında karartılmasın diye de…

***

Diplomalı bir işsiz: Analize değil, bir araya gelmeye ihtiyacımız var

Tüm bu sıkışmışlığın içinden, toplumsal değişim talebimizi sorunlarımızın yakıcılığıyla birlikte gören, bizi birtakım başlıklar altında analiz etmeye çalışmaktansa bu sorunları yaratan düzenle mücadele eden, değiştirme iradesine sahip sol bir politika etrafında bir araya gelerek ve mücadeleyi büyüterek çıkabiliriz.

Türkiye’de üniversite mezunlarının iş bulabilme konusunda yaşadığı en önemli sebepler sizce nedir?

Türkiye yıllar içerisinde adım adım üretemeyen ve dışarıya bağımlı bir ülke haline getirildi. Bir yandan bu durumun yarattığı bir istihdam sorunu baş gösterirken diğer yandan artan genç nüfus oranı da yetersiz istihdamı daha da görünür kılmakta. Genç işsizliğin Cumhuriyet rekoru kırdığı bir dönemden geçiyorken yeterli iş olanakları yaratılmaksızın birçok ilde yeni üniversiteler kuruldu. Hem fiziki koşulları hem de akademik kadrosu yetersiz, nitelikli bir eğitime elverişli olmayan bu üniversiteler hem eğitimin içeriğinin boşaltılmasının hem de birbiriyle rekabet koşullarına zorlanan bir diplomalı genç kitlesi yaratılmasının en önemli araçlarından birisi oldu. Diğer yandan Türkiye’ye özgü bir koşul olarak yeteneğimizden, bilgimizden ziyade kimden ne kadar torpilli olduğumuza göre işlere kabul ediliyor ya da reddediliyoruz. Tarikat ve cemaat ağlarıyla ilişkisi olan bir azınlık iş bulmakta hiçbir zorluk çekmezken; binbir zorlukla okumuş birçok genç olarak bizlerin payına düşen bunca yıl emek verip okuduğumuz üniversiteden mezun olduktan sonra mesleğimize uygun iş bulamamak oluyor.

genclerin-dusundeki-ulkeyi-kuracagiz-1110802-1.

Diplomalı işsiz sayısındaki artışın ardında sizce siyasi bir sebep var mı?

Bunca genç diplomalı işsiz, kaderinde işsiz olacağı yazdığı için böylesi kötü bir hayat yaşamıyor elbette. Gençliğin sorunları Türkiye’nin sorunlarıdır. Ülkemizde uygulanan ekonomi politikaları bu durumun asıl nedenidir. Genel olarak tüm emekçiler için ama en çok da henüz hayatını kuramamış biz gençler için bu ülke bir cehenneme çevrilmiş durumda. Neoliberal politikalar eksenin yapılan özelleştirmeler, sermayeyi her durumda koruyup kollayan yasalar, yolsuzluklar bir grup zengini daha zengin yaparken bizleri hayatın dışına itiyor. Sadece ekonomik sorunlarla karşılaşmak yetmezmiş gibi ne zaman kendi hayatlarımız için bir şeyler söylemeye çalışsak iktidarın gerici ve baskıcı uygulamalarıyla da karşı karşıya kalıyoruz.

Diplomalı işsizliği çözebilmek için sizce atılabilecek adımlar nelerdir?

Artık çok açık ki ipleri elimize almadan bu durum çözülmez. Ne odalarımıza kapanıp yalnızlaşarak ne de tek adamın ve gençlerin dertleriyle bağ kuramayan yaşı başı geçmiş siyasetçilerin ağzından çıkacak sözlere bel bağlayarak bu karanlıktan çıkamayız. Tüm bu sıkışmışlığın içinden, toplumsal değişim talebimizi sorunlarımızın yakıcılığıyla birlikte gören, bizi birtakım başlıklar altında analiz etmeye çalışmaktansa bu sorunları yaratan düzenle mücadele eden, değiştirme iradesine sahip sol bir politika etrafında bir araya gelerek ve mücadeleyi büyüterek çıkabiliriz.