George Floyd protestoları sürerken: Irkçılık ve polis şiddeti birbirini besliyor mu?

DENİZ SCHULZE

George Floyd´un öldürülmesinin ardından ABD çapında başlayan protestolar, yaygınlığı bakımından görece gerilese de devam ediyor. Sadece temmuz ayının son haftasında ülke genelinde 120´den fazla eylem yapıldı. Eylemler devam ettikçe, güvenlik güçlerinin uyguladığı şiddetin dozu arttı ve biçimleri değişti. Adam kaçırma, faili meçhul saldırılar, istihbarat destekli provokasyonlar, eylemcileri karalama kampanyaları ve para-militer[1] grupların silahlandırılması vb. yöntemler, asgari düzeyde demokratik bir ülkede bile, doğrudan devlet otoritesiyle kolayca özdeşleştirilemez. Fakat anlaşılır sebeplerden ötürü açıktan bir özdeşleşme olmasa dahi, alışılagelenden farklı yöntemlere başvurulması, protestocuların karşısında bir ‘rejim’in[2] yükseldiği izlenimini veriyor. Bu durum Rusya, Hong Kong, Mısır, Venezuela veya Türkiye için ne kadar geçerliyse, bugün ABD için de o kadar geçerli görünüyor.

Böylesi uygulamalar, en meşru hak arama taleplerinin bile şiddetle bastırıldığı bizimki gibi ülkelerde tanıdık olsa da durumun önümüzdeki Kasım başında seçimlere gidecek olan ABD için “olağanüstü” olduğu su götürmez. Bugüne kadar ABD çapında 30 milyondan fazla insanın katıldığı gösterilerin sadece ilk ayında 14 binden fazla insan tutuklandı. 6 Ağustos’a kadar ülkenin dört bir tarafında 100’e yakın ırkçı içerikli heykel veya anıt yıkıldı ya da güçlü protestolar sonucu yerlerinden kaldırıldı. 25’i silahla olmak üzere toplam 29 kişi öldürüldü ve en az 66 kez eylemlere motorlu taşıtlar ile müdahale edilerek eylemcilere zarar verme girişiminde bulunuldu. Başta Seattle (8 Haziran), Portland (15 Temmuz) ve New York (21 Temmuz) olmak üzere kimi büyük şehirlerde ‘işgal et’ sloganları geçici sürelerle de olsa belirli bölgeleri polis ve devlet otoritesinden arındırmayı başardı.

Trump’ın göreve geldiği günlerden bu yana memurları partizanlaştırma, hesap verebilirlik ilkesini çiğneme, kendisine karşı gelen savcı ve bürokratları görevden alma, savaş suçlularını övme vb. yöntemlerle polisin ve bürokratik kurumların politizasyonuna yol açtığı bir sır değil. Bu politizasyon kurumların sözde tarafsızlığından ileri gelen esnekliğine de zarar vermekte. Trump’ın 16 Haziran’da imzaladığı polis teşkilatlarına ilişkin reform tasarısı, sadece polislerin uygunsuz hareketlerinin merkezi olarak izlenmesini kolaylaştırabildi. Sokakta milyonları birleştiren hiçbir talep dikkate alınmadı. Bunun üzerine sarf ettiği ‘polis yoksa, kaos var’ sözleri ile Trump, kurumların mevcut sistem içinde kalarak ıslah edilebileceğine dair saf beklentileri boşa çıkarmış oldu.

Haziran başında Washington DC´de yapılan gösteriler Beyaz Saray’a dayanıp da protestocular sarayı koruyan gizli servis görevlilerine saldırınca, iş saatleri dışında kalan zamanları kapsayacak şekilde apar topar sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. Akabinde kanuni yaptırımların orantısız şekilde arttırılması ve DC Belediye Başkanı Muriel Bowser’in kararnamelerin kendi yetkileri dışında alındığını belirtmesi, Trump yönetiminin olaylara el koymaya çalıştığı izlenimini güçlendirmişti.

Eylemlerin önü alınamıyordu; aynı zamanda BLM´nin müştereklerinde yazan anti-kapitalist, anti-otoriter eğilimler açıktan savunuluyordu. Böylece direniş, gündelik deneyimin parçası haline getirilmeye çalışılıyordu.

Seattle’da 24 gün süren CHAZ komün deneyiminin, burada kısaca da olsa anılmasında yarar var. Çünkü BLM hareketinin özgün talepleri kadar, onun yarattığı meşruiyet ortamının ANTIFA’ya açtığı politik alanın anlaşılması açısından da önem taşımakta. Deneyimi yaratan süreç 5 Haziran günü Seattle Belediye Başkanı J. Durkan ve Polis Departmanı Amiri C. Best arasında 30 gün boyunca biber gazı kullanılmayacağına ilişkin bir anlaşma yapılmasıyla başlamıştı. Bu anlaşmadan iki gün sonra sivil bir araç göstericiler arasına dalıp bir kişiyi silahla vurduğunda olaylar yine alevlendi. Protestolar 7 Haziran gecesi devam ederken, polis anlaşmaya rağmen göstericilere biber gazıyla saldırdığında çoğunlukla barışçıl gösteriler olarak devam eden protestolar muhalif mahallelerde geri dönülemez bir noktaya evrildi. Gece boyu polisle göstericiler arasında -silahsız- çatışmalar yaşandı. Capitol Hill bölgesinde yer alan polis departmanı, muhalif bir mahallede yer aldığından, kapılarının kepenkleri bile indirilmeden 8 Haziran günü polislerce terk edildi. Böylece komünün oluşmasındaki ilk adım, protestocuların kendilerinin dahil olmadığı bir anlaşmanın bozulmasının ürünü oldu.

Komüne giden ikinci adım ise 10 Haziran günü yeni bir anlaşma girişimiyle atıldı. Seattle Belediye Meclisi üyesi Kshama Sawant, bölgede bulunan belediye binasının kapılarını kendi anahtarlarıyla açıp eylemcilere ‘bu binanın sahibi sizsiniz’ dedikten sonra binlerce insan belediye meclis binasında toplandı. Göstericiler belediye binasında yaptıkları forumlarda “sanatın ve eğitimin desteklenmesi, kiraların yükseltilmemesi, polis şiddetine maruz kalanların zararlarının karşılanması, polis departmanının gelirlerinin kesilmesi” gibi çeşitli politik talepler öne sürdüler. Taleplerinin başında da protestocuların Seattle’da süren adaletsiz ve ırkçı düzenin sorumlusu olarak gördükleri Durkan’ın istifası yer aldı. Aynı gece protestoculardan gelen talepler, Seattle belediye yetkilileri tarafından reddedildi. O günden itibaren de Capitol Hill Autonomous Zone’un (CHAZ) doğuşu tamamlandı. CHAZ talepleri bakımından BLM ile doğrudan örtüşmese de onu içeren ve minyatür de olsa ikili bir iktidar gibi hareket eden anti-politik bir organ olarak ortaya çıktı.

“ÇÜRÜK ELMALAR” VE “ZEHİRLİ ŞEKERLEMELER”

ABD’de ırkçılık karşıtı kitlesel protestolar başlayalı beri polis şiddetinin bir anomali olduğu savını desteklemek için yöneticiler, 19. yy´da pazar ayinlerinde yaygınlaşan "a few bad apples" (birkaç kötü elma) analojisine başvuruyorlar. Türkçede bu deyim "birkaç çürük yumurta" olarak kullanılıyor. Tabi elmalar bir arada durdukça diğerlerini bozarken, kokusu normalde başka şeylere göre daha kolay ayırt edilebilen yumurtalar genellikle birbirlerine çarpmaktan kırıldıkları gün gelene kadar çürümüşlüklerini gizlemeyi becerebiliyorlar.

İnsanın aklına bu sene 250 yaşına basan Hegel’in ironiyle söylediği “tin kemiktir” sözü geliyor ister istemez. Canlılığın ölü gibi görünen bir kabuğun içinde meydana gelmesi, dahası, bizzat canlı bile olmayan bir şeyin insanlığı gerçeklikle burun buruna getiren bir „Özne“, „Olay“ vb. olarak ortaya çıkması…[3] Covid-19 gibi ‘çürük elmalar’ da bu ironiden payını almıyorlar mı? Bir başka deyişle “çürük elmalar” sisteme bulaşmış ve her yere yayılarak onun hücrelerine sızmış bir “virüs” gibi hareket etmiyorlar mı?

Diyalektiğin şeyleri ve kavramları iç içe geçirme potansiyeli kadar, onların her birinin içindeki karşıtlıkları dikkate alan yöntemi, sağın akıl yürütme biçimine yabancıdır. Donald Trump Jr.´in 2016´da babasının kampanyasını desteklemek için attığı göçmen karşıtı tweet, bu akıl yürütmeyi daha yakından görme açısından ilginç bir örnektir. Trump Jr şöyle yazıyordu: „Bir kavanoz şekerleme düşünün ve kavanozun içinde de üç tane zehirli şeker. O kavanozdan hiç şeker yer misiniz? İşte Suriyeli mülteciler de öyle”[4]. Komik olansa Trump Jr’ın kendi fikriymiş gibi ortaya attığı bu ‘fikrin’ babasının rakibi bir başka sağcı aday tarafından ileri sürülmüş olmasıydı!

Bu mantığın „bazı çürük elmalar“a benzerliği ortadadır. İkisi arasındaki fark, çürük elmalardan söz edilirken ırkçılık ve işçi sınıfına ihanet ile enfekte olmuş kurumsal yapıya herhangi bir göndermede bulunulmamasıdır. Oysa ABD’de 1967’den beri var olan ‘nitelikli dokunulmazlık’ gibi bir hakkın varlığı bile polis şiddetinin kurumsal olduğunun en net göstergesi değil midir? ABD Yüce Mahkemesi tüm protestolara rağmen, 15 Haziran günü, orantısız şiddet uygulamış veya yargısız infazda bulunmuş olmasına rağmen dokunulmazlık hakkı kazanan bazı polislerin davalarının yeniden açılması talebini reddetmiştir.

Şekerleme örneğinde ise yalnızca farklı bir kökene sahip olma niteliğiyle herhangi bir sembolik düzene ait olma potansiyeli parçalanarak tikelleştirilen birey, el çabukluğuyla anonim bir simgesel yapıya (ötekiliğe) entegre edilmektedir. Liberal demokrasilerin gerçeklik düzleminde böylesi ırkçı hamlelerin hiçbir engele takılmadan varlıklarını sürdürebiliyor oluşları dikkat çekicidir. Bu durum liberal demokrasilerin hakikati ıskaladığını ve ötekilerin liberal ‘içerik kategori’lerine dahil edilmeye çalışılmasının anlamsızlığını göstermiyor mu?

BİR ‘İÇERİK KATEGORİSİ’ OLARAK BLM

Protestolar sırasında kolonyal geçmişi olan bazı ülkelerde devrilen heykellerin ardından akla gelen sorulardan biri, BLM’nin taleplerinin dizi veya film endüstrisine yöneltilip yönetilmeyeceğiydi. Paramount Network, 9 Haziran’da COPS (Polisler) “reality show”unu sona erdirdiklerini açıkladıktan sonra olaylar hızla gelişti. Bir gün sonra Netflix içerik kategorileri altına BLM’yi ekledi. Aynı gün başta Grammy Müzik Ödülleri olmak üzere birçok müzik şirketi siyahi müziği ifade eden ‘Urban’ (şehir) kategorisini ‘R&B Progressive’ olarak değiştirdi.

BLM talepleri başta Twitter olmak üzere dijital dünyada dile getirilen hak arayışlarının bitimsiz döngüsünden çıkıp cisimleşmişken onları yeniden “televizyondan izlenecek” bir içerik kategorisi haline getirmek de neyin nesi?

Bu konuda ilginç bir örneği 2015 yılında Baltimore protestolarını izleyen dönemde yayımlanmış bir makalede görmek mümkün. The Wire (HBO dizisi), Plan B (Roman) ve Always Outnumbered (Film) gibi bazı eserler üzerinden ‘Suç ve Gerilim’ türünün siyahilere ilişkin içerik üretimine odaklanılmıştır. Bu eserlerin neoliberal dönemde yayımlanmış olmalarına rağmen hiçbir şekilde güvencesiz (preker) çalışma deneyiminin yoksul siyahiler için yol açtığı sorunlara değinilmediği fark edilmiştir. Sonuç, siyahilere uygulanan şiddetin kalıcılığı ve lehlerine olabilecek net bir sonuca ulaşmanın imkansızlığıdır[5]. Başka bir makalede (DOI: 10.1086/696355) polis şiddetine veya ayrımcılığına maruz kalan siyah ve beyaz görüşmecilerle yapılan söyleşilerde, yoksul siyahilerin polise dokundukları an fiziksel şiddete uğradıkları tespit edilmiştir. Benzer bir durum ne üst gelirli siyahlar ne de düşük gelirli beyazlar için söz konusudur. Eğer siyahiler için nihilizm hariç bir çıkış varsa da o da klasik ‘başarı hikayeleri’nde olduğu gibi, sisteme entegre olmayı öğütleyen bir sinizmdir yani. BLM ise bunun reddidir, bir ‘içerik kategorisi’ olmaya karşı gelmedir. Bir önceki makalenin yazarının vurguladığı gibi, neoliberalizmin bireyin üzerindeki etkileri göz önüne alınmadan neden bazı siyahilerin hakları için mücadele etmeye bu kadar yatkınken diğer siyahilerin ölmelerine göz yumduğunu anlamak mümkün değildir. Bu vurgu, ırkçılığı sadece ırkçılık teorilerine başvurarak açıklamanın yeterli olmadığını göstermektedir.

Irkçılık ve polis şiddeti arasındaki simetrinin yeni bir fenomen olduğu söylenemez[6].Dünyadaki en demokratik ülkelerden biri olan Yeni Zelanda´da bile yerli Maori halkına karşı uygulanan polis şiddeti, beyaz veya göçmenlere oranla daha fazladır. Brezilya´da azımsanmayacak bir bölümü yerli olan binlerce insan her yıl polis tarafından şiddete maruz kalmakta hatta katledilmektedir. Durum dünya genelinde de aşağı yukarı buna benzerdir.

Bu benzerliklerin en temel nedenlerinden biri neoliberal politikalardır. Bu politikalar ile birlikte dünyanın çoğu ülkesinde polis teşkilatlarının militarize edilmiş ve ‘koruyucu’ polis mantığından ‘savaşçı’ polis mantığına geçilmiştir. Polislerin psikolojik, etik veyahut hukuki anlamda işlerine yaramayacak insan hakları özelinde herhangi bir eğitime tabi tutulmamaları da bu politikalar ve dolayısıyla onları dayatan sistemle simetrisi bağlamında ele alınmalıdır.

Belki de Floyd protestolarının bir yandan sınıfsal eğilimler de taşıdığının en net göstergesi, eylemlerin tabanına ilişkin ‘American Uprising’ (Amerikan İsyanı) dışında herhangi bir kavramsallaştırma arayışına gidilmemiş olmasıdır. Oysa ırkçılık ve polis şiddetinin güvencesiz koşullarda çalışan düşük gelirli emekçi sınıfların bir sorunu olduğu sayısız araştırmada bulgulanmadı mı? Hayatının 46 yılını kamyon şoförlüğü, güvenlik görevliliği ve rapçilik yaparak geçiren George Floyd ‘prekarya’ denilen yoksul-emekçi sınıftan gelen bir insandı. İşçi sınıfı, İngiliz fotoğrafçı Jo Spence’in dediği gibi “ağıza alınmaz” (unmentionable) bir mefhum olarak kalmaya mahkum edilemez.


[2] Bu yazıda da değinilen CHAZ deneyiminde protestocular, Seattle Polis Departmanı’nı “rejim” (güçleri) olarak tanımlamışlardı.

[3] Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi ’nde yaptığı “tin kemiktir” ironisine en çok benzeyen ifade, hemen hemen aynı yıllara denk gelir: “Mutlak, üzerinde dolaştığı tabandan ayağı kayarak suyun içine düştüğü zaman, bir balık, organik ve canlı bir şey olur”. Alıntı: Hegel (2010). Karalama Defterinden Aforizmalar. Belge Yayınları, s. 37.

[5] Pepper, A (2019). Race, volence and neoliberalism: crime fiction in the era of Ferguson and Black Lives Matter. Textual Practice, 33(6), s. 936-982.

[6] Wallerstein, I ve Balibar, E (2000). Irk, Ulus, Sınıf. Belirsiz Kimlikler. Metis Kitap, Üçüncü Basım, s. 271.