Toprağın altında bile yolların ayrılacağı aklımıza gelir miydi? Toplumsal fay hatlarına döşenen ideolojik mayınlar öyle tehlikeli boyuta ulaşıyor ki, etkisi toprağın altına yansıyor.

Hatun Tuğluk. 78 yaşında mezarında sürgün edilmiş bir ana ve bir kadın. Sürgün edilen bir kimlik. Sürgün edilen Alevilik ve Kürtlük! Sürgün edilen insanlık. Sürgün edilen bir ten.

Kürtçe konuşur, Alevice ibadet ederdi. Son nefesini verip, Hakk’a yürüdüğünde, can gözüyle görerek, vedalaşamadığı sevgili kızı, HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk cezaevindeydi.

Can kızına hasret halde tenden ayrılmıştı. Kaybedilenin acısı hiçbir şeye benzemez. Hele kaybedilen, “cenneti bile ayaklarının altına serdiğimiz bir anne” ise.. Kaybedenin acısını, ancak kaybeden bilir. Eğer kaybeden anasının son nefesini içine çekmeden, mis kokusunu koklamadan, zindanda hasret kalmış bir kızı ise, acı daha da dayanılmazdır.

Alevi öğretisinde, ölüm yoktur. Hakk’a yürüme vardır. Zira Hakk insanın kalbine mihmandır. Kalbe mihman olana yolculuktur. Hakk’a yürüyüş, aslıda bir devriyedir. Geldiğiniz doğaya geri dönüştür. Hem uzağadır, hem de toprak ananın bereketli kucağına.

Cem Evi’nden Hakk’a uğurlama erkanında razılık alındı, rızalık verildi. Hakk meydanında helalleşildi. İncek mezarlığında sırlanmak istedi. Kızına hasret ananın yaşlı bedeni, toprak ananın kucağına bırakıldı. Her inançta acılı vedalaşmaların özel bir yanı vardır. Sevdiklerinin eşliğinde, Hakk’a yürüyen insanı, en güzel şekilde uğurlamak. Ardında anılar, gözyaşları, ağıtlar ve sevenlerinin sarılmalarını bırakır.

Acılı vedalaşmalarda, başsağlığı dilemek kolay değildir. Kelimeler bulmakta zorlandığınız andır. Sade acılı bakışlar arasında, kayıp acısının sindiği gözlerle sessizce konuştuğunuz, sevgi dolu dokunuşlar, en büyük destek olur, o sessizlik anında.
O ölümün ve saygının sessizliğidir.

O acılı vedalaşmanın ve matemin sessizliğini şeytani ırkçılığın nefret gürültüsü bozdu.

Hani derler ya “İnsan ölünce şeytan bile çekilirmiş”(!) O gün şeytanlar çekilmemişti. İnsanlığı, ölenle yeniden öldürmek için oradaydılar.

Sevginin ve insanlığın diyarından firar etmiş güruh, kendilerinden olmayanın ne dirisine ne ölüsüne tahammül göstermediler.
Irkçı kinlerini, nefretlerini ve tekbir eşliğinde mezarlığa kadar taşıdılar.

Hakk’a yürüyen Hatun ananın cansız bedeninin, toprak ananın kucağında rahat uyumasına dahi izin vermediler. Mezarda sürgünün fetvasını verdiler.

Devletin tepesi diyor ki; “Bu ülkede isteyen istediği yerde defnedilir.“

Oysa, insanlar istedikleri yerde defnedilemiyor. Hatun Anamızın “beni buraya gömün” vasiyeti, ülkenin baş şehrinde yerine getirilemedi ve istediği yere defnedilemedi!

Irkçılığın karanlık yüzleri, kirlenmiş düşünceleri, fitne dolmuş kalpleri ve nasırlanmış vicdanlarıyla iğrençliğin son örneği olan ölüye saldırmaktan bir mahsur görmediler. Ağızları köpürerek “buraya Kürt’ü, Aleviyi, Ermeniyi gömdürtmeyiz! Gömerseniz de çıkartır parçalarız!” diyerek kustular kinlerini. Tekbir eşliğindeki tehditlere ve ırkçı hükme boyun eğildi.

Toprağın üstündeki dirilere “ya sev ya terk et” diyen devletin Türk İslam Sentezci müfredatlarından mezun güruh, bugün toprağın altındaki ölüler için “gömerseniz çıkartır parçalarız” diyorlar.

Tepedekilerin sözü boşlukta kaldı. Hatun Ana istediği yere defnedilemedi.

Saray’ın, TBMM’nin, Ordu’nun, Emniyet’in, Yargı’nın, Diyanetin ve Belediyesinin baş şehrinde, Hatun Ana defnedilemedi. Sırlanmış ten mezarından çıkarılıp, sürgün edildi!

Düşman hukuku, plajda bira içen kadını gözaltına alıp, “çevreye verdiğiniz rahatsızlıktan dolayı” hukuk dışı para cezası keserken, tehditle mezardan ölü çıkaranlar, devletin sefil karelerinde yer alıyor.

“Tek millet, tek dil, tek dinin” baş şehrinde “parçalanmasın” diye, Hatun Ananın sürgün edilen teni, mazluma, ötekiye, lanetlenmişe, kimlikliye, kimliksize, yani yetmiş iki millete kucak açan Dersim’in topraklarında sırlandı.

Çünkü, ırkçı linç kültürüyle beslenmiş güruhun tehditlerinin önünde duracak, “isteyenin istediği yerde defnedilmesini” sağlayacak bir devlet yoktu!

Devletin ahlak ve din müfredatının mezun olmuş “birkaç kendini bilmez”, ne yaptığını iyi bilen ve sırtını da devletin Türk İslam Sentezci ideolojisine yaslayan “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman“ topluluktu. Toprağın üstündeki dirilerin nereye basacaklarına, ölülerin ise nereye gömülmeyeceğine onlar karar veriyorlar.

Ne tesadüf, ne sataşma
Devletin baş şehrinde, karanlık evlerde art niyetli hesaplar yapılmış, ırkçı linç için düğmeye basılmıştı. Tesadüf değildi. Bir “sataşma” ise hiç değildi.

Karanlık yüzlü insanlar, farklı olana ırkçı, ötekine kinli ve mağdura karşı zalimce düşünceleriyle sadece insanlığı kirlettiler.
O gün mezar başında, yine insanlığı kirlettiler.

Sağcıydılar!

Dinciydiler!

Irkçıydılar!

İşleri karanlıkla. Karanlıkta kurarlar pusularını. Aydınlık görmemiş yüzlerindeki derin çizgilerde nefretin izleri, gökyüzüne bir kez bakmamış gözlerinde, kinin ateşi vardı.

Her zaman alışık oldukları işi yaparlar, karartacakları anı beklerler ve devletin gözü önünde aydınlık olanın üstüne çökerler. Bilirler ki devlet, kendi müfredatında mezun olanları sever, kollar, besler, eğitir ve donatır. Sonra da “birkaç kendini bilmez kişinin” günahını görmez ve üstünü örter.

Hafızalarını tarihin karanlığındaki kötülükler, günahlar ve ahlaksızlıklarından beslerler. Beslendikleri karanlık hafızalarında 6-7 Eylüller, Sivas’ta 35 insanı diri diri yakmak, Çorum’da ve Maraş’tan kalan tecrübeleri vardır. Her daim kötülüğün yaratıcısıdırlar.
O boş mezara, devletin ve siyasetin müfredatına girmiş, ırkçılık, mezhepçilik ayrımcılık, nefret ve kin gömülmedikçe, bu toprakların ne üstünde, ne altında huzur olmayacak.