Sanatçının kronolojik serüvenini vermek yerine, yaşam öykülerinin kritik bir anına/dönemine odaklanan senaryolardan daha başarılı sonuçlar alındığını biliyoruz, ama bu ilkeyi tersyüz eden, zaman çizelgesinde gidip gelen yapımlar da var.


Kurgu gerçeğin gücüne ulaşabilir mi? 24 Ocak kararlarının ya da 24 Ocak Uğur Mumcu cinayetinin perde arkasını yansıtan bir kurmaca henüz yapılmadı, ama yapılabilseydi gerçekleri yansıtmakta bir belgesel kadar etkili olabilir miydi, sanmıyorum… Geçen akşam, Alman televizyonu ZDF’in yayımladığı 15 Temmuz’a ilişkin bir belgesel izledim. Can Dündar, “Köprü” adlı belgeselinde, bir kısmını ilk kez izlediğimiz görüntüler eşliğinde, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin öncesini ve sonrasını, iktidarın Fethullah Gülen cemaati ile işbirliğinden husumete dönüşen ilişkilerini, silahlı kalkışmada teslim olan bazı erlerin sivillerce linç edilmesini tanıklıklara dayanarak anlatıyor, Elbette, Dündar’ın bakış açısını beğenmeyenler olacaktır. Ama böyle bir belgeselin önemine, gerekliliğine kimsenin bir diyeceği olmasa gerek.

Gerçeğin dört atlısı diyerek söze girdim. Ne kastettiğimi anlatayım. Gerçeklere dayanan sinematografik yapımları (filmler ve televizyon yapımları) dört kategoride inceleyebiliriz. İlk kategoride, yaratıcı belgeseller ve belgesel içerikli televizyon programları yer alır. İkinci kategori, belgesel görüntü bulunamayan durumlarda başvurulan, gerçek kişilerin ve olayların oyuncularla canlandırıldığı dramatik belgeseller, üçüncü kategori gerçek olaylardan kaynaklanan kurmaca yapımlar, dördüncü kategori ise, gerçekle ilişkisi olmayan bir konuyu ya da hayali bir kişiliğin öyküsünü belgesel film izlenimi veren görüntülerle aktaran ve izleyiciyi yanıltarak düşündürtmeyi amaçlayan sahte belgesellerden oluşur.

Biyografiler

Ünlü kişilerin biyografileri, ilk üç kategoride de sıklıkla karşımıza çıkan bir türdür. Kurmacanın (fiction) en gözde türlerinden biridir biyografik film. Siyasi liderlerin, ünlülerin (bilim ya da sanat insanlarının) yaşam öykülerini anlatan, kaba propagandadan, tribünlere hoş görünme çabasından uzak durabildikleri ölçüde başarıyı yakalayan filmlerdir bunlar. Moliere’den Neruda’ya nice yazarın, Beethoven’den Ray’e nice müzisyenin, Van Gogh’tan Frida’ya nice ressamın yaşam öykülerine tanıklık etmişizdir beyazperdede. Steven Soderbergh’in “Kafka”, Mick Davis’in “Modgliani”, Stephen Daldry’nin Virginia Woolf’u konu aldığı “Saatler”, Fred Zinnemann’ın Lillian Hellman hakkındaki yapıtı “Julia”, Aleksey Guerman’ın “Dovlatov”, Andrey Konçalovski’nin Mikelanj’ın tutkulu yaşamını anlattığı “Günah”, Michael Hoffman’ın Tolstoy’un yaşam öyküsüne odaklanan “Son İstasyon”, Haifaa Al-Mansour’un “Mary Shelley”, 2019’un başarılı yapımlarından “Seberg” (Jean Seberg) ve “Judy” (Judy Garland), Josephine Decker’in 2020 yapımı, yazar Shirley Jackson’un yaşamını konu alan “Shirley”, sanatçıları konu alan kurmaca yapımlara yalnızca birkaç örnek. Bu ilginç yaşam öykülerinden, iyi senaristlerin ve iyi yönetmenlerin eline düşmüş olmaları koşuluyla, iyi filmler çıkması son derece doğal değil mi?

gercegin-dort-atlisi-833098-1.



Sanatçının kronolojik serüvenini vermek yerine, yaşam öykülerinin kritik bir anına/dönemine odaklanan senaryolardan daha başarılı sonuçlar alındığını biliyoruz, ama bu ilkeyi tersyüz eden, zaman çizelgesinde gidip gelen yapımlar da var. Filmin ritmi ve bütünlüğü yönetmenin ustalığına ya da ele aldığı konuya tutkuyla sarılmasına bağlı herhalde. Bu yılın Oscar töreninde adını duyacağımızdan hiç kuşku duymadığım bir film, David Fincher’in “Mank”ı, Orson Welles’in ünlü yapıtı “Yurttaş Kane”in senaristi Herman J. Mankiewickz’in yaşamından bir kesiti beyazperdeye taşıyor. Yalnızca biyografik bir film olmakla kalmıyor, Hollywood stüdyo sisteminde çarkların nasıl döndüğünü, insanları nasıl öğüttüğünü gözler önüne seriyor. George C. Wolfe’un “Ma Rainey, Blues’un Annesi” de, gerçek bir karakterin öyküsünü, etkileyici bir sinema diliyle aktaran kurmaca yapımlar arasında.

Bir başka önemli yapım, oyuncu olarak tanıdığımız Regina King’in “Miami’de Bir Gece” adlı filmi. Dört gerçek karakterin, ünlü boksör Cassius Clay’in Dünya Boks Şampiyonu olduğu gece bir otel odasında bir araya gelip, sanat ve siyaset ilişkisi üstüne tartışmalarını konu alıyor film. Siyah politikanın radikal lideri Malcolm X’in ‘keskin’ çizgisi ile kariyerinde, ırkçı zihniyetten kaynaklanan türlü engelleri aşa aşa o güne gelmiş siyah şarkıcı Sam Cooke’un mesleğinde başarılı olarak siyah politikaya hizmet etme anlayışının çatışmasını yansıtan filmde, tartışmaya dahil olan başka ünlüler de var: futboldan sinemaya geçiş yapan Jim Brown ve ertesi sabah bir basın toplantısıyla Müslüman olduğunu ve Mohammed Ali adını aldığını açıklamaya hazırlanan Cassius Clay. Elbette, önemli bir bölümü tek oda içinde geçen filmdeki diyaloglar tümüyle filmin yaratıcılarının hayal ürünü. Ama, gerçek sorunlara parmak bastığı için bir o kadar inandırıcı. “Miami’de Bir Gece”nin Regina King’e bir Oscar kazandırması sürpriz olmayacak.

İstanbul Film Festivali’nde izlediğim İsrail yapımı “Altın Sesler” de, gerçek yaşam öykülerinden kaynaklanan bir kurmaca yapım. Yönetmen Evgeny Ruman, Sovyetler Birliği’nin kapitalist dünyaya kapılarını açtığı 90’lı yılların başında İsrail’e göç eden Rus Yahudileri konu almış. ‘Kutsal Topraklar’a ulaşmanın sevinci kursaklarında kalan, iki kültür arasında bocalarken, geçim sıkıntısı çeken seslendirme sanatçısı bir karı-kocanın öyküsü bu.

gercegin-dort-atlisi-833100-1.


Yaratıcı belgeseller

Nasıl tanımlayabiliriz ‘yaratıcı belgesel’i? Art arda sıralanmış belgeler, ne kadar zengin olursa olsun, yaratıcı bir belgesel yapmaya yetmiyor. Belirli bir bakış açısına, özgün bir yoruma sahip olmayan bir yapım, konu aldığı insanların yaşam öyküsü ne denli muhteşem olursa olsun, yaratıcı belgesel özelliği taşımıyor… İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimlerinde izlediğim yapıtlardan ikisi, yaratıcı belgesel deyince akla gelecek çok başarılı örnekler arasında… Sıra dışı filmleri ile tanıdığımız Alman yönetmen Ulrike Ottinger, “Paris Caligrammes” adlı filminde, öz yaşam öyküsüne odaklanarak, bir dönem yaşadığı ve resim çalışmaları yaptığı Paris’i ve orada tanıdığı sanatçı dostlarını anlatıyor.

Bir başka sanatçının, Ermeni asıllı Fransız şarkıcı Charles Aznavour’un yaşamını konu alan “Charles’ın Bakışı” adlı belgesel Marc di Domenica’nın imzasını taşıyor. Ama, görüntülerin çoğunluğu, Aznavour’un kendi amatör kamerası ile yaptığı çekimlerden oluşmuş. İlk sahne aldığı Bastille’deki küçük kulüpten, dünyanın dört bir yanındaki görkemli sahnelere uzanan kariyerini, aşklarını, düş kırıklıklarını sanatçının kendi sözcükleri ile anlatırken, bir sanatçı için merak duygusunun önemini vurguluyor. Aznavour’un, anı defteri ve çektiği görüntülerini Domenica’ya emanet etmekle ne kadar doğru bir iş yaptığının kanıtı “Charles’ın Bakışı”… Büyük sanatçıya yakışan bir saygı sunuşu…

gercegin-dort-atlisi-833099-1.

Ve bir sahte belgesel

Al Campbell ve Alice Mathias’ın “2020’ye Ölüm!”ü ise (“2020 Bit Artık” demiş, filmi yayınlayan dijital platform), ‘sahte belgesel’ türünün (mockumentary) taptaze bir örneği. Dünya liderlerinin gerçek görüntüleri ile, bazı liderlerin -örneğin Britanya Kraliçesi‘nin kimliğine bürünen oyuncuları ve gerçekte var olmayan ’hayali kahramanlar’ı buluşturan, 2020’nin siyasal-toplumsal olaylarının geçit yaptığı eğlenceli bir ‘pastiş’. Amerika’daki kutuplaşmadan söz ederken sosyal medyanın bu bölünmede oynadığı rolü vurgulayan, Tom Hanks gibi ‘pandemi ünlüleri’inden Trump’ın azil davasına, gözünü kırpmadan yalan söyleyebilen Beyaz Saray (White House) sözcüsünden, virüsü yayma hakları için miting yapan orta sınıf Amerikalılara kadar dalgasını geçmediği kişi ya da kurum bırakmayan, ama başarılı bir kara mizah örneği olabilecekken, tutarlı bir ton tutturamadığı için direkten dönmüş bir yapım. Gene de, keyifle izlenebilir.
Tabii, sosyal medya üstüne önemli bir Netflix belgeseli olan “Sosyal İkilem”i de (Social Dilemma) izlemeniz koşuluyla… Çünkü, meselenin hafife alınmayacak boyutlarda olduğunu, sosyal medyanın önde gelen şirketlerinde yöneticilik yapmış kişilerin anlatımıyla aktaran ve Jeff Orlowski imzasını taşıyan belgesel, Facebook, Twitter, Instagram gibi mecraların, toplumun manipüle edilmesinde oynadıkları rolü, insanların algoritmalar aracılığı ile belli davranış kalıplarına yönlendirilmesini anlatıyor…

Haftaya, belgeselle ‘kurmaca’nın dansına devam ederiz…