‘Bulunmuş film’ (found footage) -ya da çok uygun bir deyişle ‘kurulmuş film’ (founded footage)- gerçekliği, güya amatör kameralar –el kamerası, telefon kamerası, laptop kamerası, güvenlik kamerası vs- tarafından tesadüfen kaydedilmiş görüntülerin olaylar bittikten sonra bulunup kurgulanması kandırmacasına dayanıyor. Dünyanın her alanda yoğun bir ‘gerçeklik yarılması’ yaşadığı bir dönemi işaret eden akımın ilk ve en güçlü örneği Blair Witch Project/Blair Cadısı (1999) bir cadı söylencesi hakkında amatör belgesel çalışması yapan üç sinema öğrencisinin güya ormanda bulunan çekimlerinden oluşuyordu. Gerçeklik vurgusunu daha ‘profesyonel’ bir boyuta taşıyan [Rec] (2007) ise gece vardiyasında çalışanlarla ilgili bir TV programının kameramanı tarafından kaydedilmiş görüntülere dayanıyordu.

Bu haftanın filmlerinden [Rec] 4’te yine ‘bulunmuş film gerçekliği’yle karşılaşmayı beklerken anaakım sinema estetiğiyle çekilmiş bir filmle karşılaşınca şaşırdım. Bu yıl ‘bulunmuş film’ üretiminde bariz bir düşüş söz konusuydu zaten, ama tamamen konvansiyonel yöntemlerle, ‘orada olmayan’ birisinin gözüyle kurulmuş [Rec] 4 şaşırtıyor; çünkü ikincisi (2009) asker kasklarındaki kameralara, üçüncüsünün (2012) önemli bölümü düğün kamerası görüntülerine dayanan serinin ismi bile kameranın üstündeki kayıt tuşundan geliyor!

Mesele sadece serinin gerçeklik kandırmacasına dayalı görsel estetiğinin bozulması değil; 1999’dan düşüşün başladığı 2014’e kadar yapılan ‘bulunmuş film’ filmlerinin sayısına bakınca tuhaf bir şeyler döndüğünü görebiliyorsunuz: Sadece benim izlediklerimin sayısı, 104... Küçük bir bölümü internet üzerinden dağıtılmış, bir kısmı sadece ABD’de gösterilmiş ya da TV filmi olarak yapılmış, yarıdan fazlasıysa dünya çapında gösterime çıkmış tam 104 film...

Bulunmuş/kurulmuş film gerçekliği bir ‘zihinsel atmosfer olayı’ydı, şimdi iklim yine değişiyor; insanlığın küresel düzeyde bir gerçeklik bunalımı yaşadığı sorgulama dönemi bitiyor, gerçekliğin çok da dert edilmediği yeni bir dönem başlıyor. Birincisi için Clinton dönemi ABD’sine (Başkan Clinton, Oval Ofis’te Monica Lewinski ile oral seks yaptığı için değil, ‘yapmadım’ diyerek halka yalan söylediği için prestij kaybetmişti), ikincisi içinse, devasa yolsuzluklar konusunda ortaya çıkan ‘gerçek’lerin önemsenmediği ve aynı yalanların kameralar karşısında defalarca söylenebildiği RTE Türkiyesi’ne bakmak epey aydınlatıcı...

[Rec] serisi kameranın ürettiği gerçeklikten vazgeçmiş görünürken haftanın asıl filmi ‘The Interview’da kameranın/medyanın dünyayı dönüştürme gücüne övgüler düzülmesi de ilginç tabii... Daha doğrusu, Stalin ismini duyduğunda Sylvester Stallone’dan bahsedildiğini zannedecek kadar ‘zeki’ talk show sunucusu Dave Skylark’ın Kuzey Kore Devlet Başkanı Kim Jong-Un’u öldürdükten sonra söylediği söze bakılırsa, kameranın ‘dünyanın öbür ucuna demokrasi götürme gücü’ne dair bir hikaye izliyoruz: “Bu, fitili sadece bir kamera ve bazı sorularla ateşlenen bir devrim!”

Palavra tabii; ilk yarısı boyunca ABD’nin Rambo mantığıyla dalga geçen eğlenceli bir ‘dünya jandarmalığı’ parodisiyken son 15 dakikasında berbat bir Hollywood filmine dönüşen ‘The Interview’nun yapıldığı dünyanın özü, Dave’in “Her gece milyonlarca insan bizi seyrediyor, peki biz ne yapıyoruz? Önlerine bir kürek dolusu bok koyuyoruz sadece!”diyen arkadaşına verdiği cevapta yatıyor: “Ama insanların istediği bu, ‘Bize biraz bok verin! Biz halkız, bize bok verin!’”

Belki de Fromm’un ‘Sahip Olmak ya da Olmak’taki mülkiyetçilik analizinde nasıl yer değiştirdiğini berrak biçimde gösterdiği ‘para’ ve ‘bok’ artık daha somut bir yer değiştirme yaşıyordur, bu yüzden seyredenler ekranda gördükleri şeyden memnundur belki de...