Gerçeğin ortaya çıkmasını isteyen gazeteler, gazeteciler her türlü baskıya rağmen direniyor, direnecek de. Ama bu mesele sadece gazetecilerin meselesi değildir

Gerçeğin peşindekiler

ELİF ILGAZ

Son dönemde dünyayı sarsan haberlerden biri pazar gecesi düştü ekranlara. Dünyanın önde gelen off-shore şirketlerinden Mossack Fonseca’ya ait 11 milyonun üzerinde belge tüm dünyaya aynı anda ‘sızdırıldı.’ Böylece aralarında 12 lider ve 143 politikacının da bulunduğu servet sahiplerinin yasadışı mali faaliyetleri yani tüm kirli çamaşırları ortalığa saçıldı. Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (ICIJ) dünyaya duyurduğu ve 76 ülkenin 109 medya kuruluşundan 376 gazetecinin üzerinde çalıştığı Panama Belgeleri, aynı zamanda dünyanın en büyük veri ifşasıydı. Sermaye sahiplerinin servetlerine nasıl servet kattıkları, yüksek faiz oranlarıyla varlıklarını arttırıp, bu gelirlerini nasıl vergiden kaçırdıkları ve kara paralarını akladıkları ortaya döküldü.

Tüm dünya bu haberle çalkalanırken ilk istifa İzlanda başbakanından geldi. Arjantin devlet başkanı hakkında ise soruşturma başlatıldı. Devamı gelecek elbet.

Belgelerde adı geçen şirketlerin ve kişilerin tam listesinin mayıs ayının başında yayınlanacağı açıklandı. 101 şirket ile 10 müşterinin yanı sıra 152 yararlanıcı ve 517 paydaşla Türkiye’nin de sicili bir hayli kabarık. Ama bizdeki sonuçlarının nasıl olacağı, tamamen kişilerin siyasi pozisyonlarına bağlı, bunu tahmin etmek pek de güç olmasa gerek. Zira 17-25 Aralık rüşvet ve yolsuzluk skandalı sonrası yaşananlar, bu konuda bize kılavuzluk edebilir. Ya da meşhur MİT TIR’ları davasına bakarak, neler olabileceği hakkında fikir yürütebiliriz. Oysa haberde öncelik kamu yararıdır. Devlet sırrı dahi olsa gazeteci kamunun faydasını görüyorsa onu haber yapar. İktidarı koruyup kollamak gazetecinin işi değildir. Panama Belgeleri ortaya çıktığında kimse o gazetecilere ne olacağını konuşmadı misal. Herkes olaya ve zanlılarına yoğunlaştı. Haberin doğuracağı sonuçlar tartışıldı. Oysa bizde olsa iktidar derhal gazeteciyi ‘terörist’ ilan eder, davalar açar, habere de gizlilik kararı getirir. Yakın tarihimiz böyle skandallarla dolu. Hükümet hiçbir olayda siyasi sorumluluk almadığı gibi, olaya sebep olanlarla girdiği girift ilişkiler sebebiyle ortaya saçılan gerçeklerin üzerini de derhal örtüyor. AKP milletvekili Galip Ensarioğlu’nun geçen hafta a haber’de belirttiği gibi “Yasama bizde, yargı bizde yürütme bizde. Her şey bizde. Şimdi Ak Parti hükümetini denetleme gibi bir şeyimiz olabilir mi?” Olmuyor tabii. İktidar, işte bu ‘kuvvetler birliği’nden aldığı güçle yoluna devam ediyor. Ama vekilin unuttuğu bir şey daha var; dördüncü kuvvet medya! Aynı gün aynı manşetle yayına verilen gazeteleri ve televizyonlarıyla tüm gerçekleri manipüle ediyorlar. Yetmiyor, gazetelere kayyumlar atanıyor, ilan gelirleri kesintiye uğratılıyor, haber peşindeki gazetecilerin akreditasyonları iptal ediliyor, yaptıkları haberlerden yargılanıyor, cezaevlerine giriyorlar.

Habere ‘müdahil’ olmak

Geçen hafta MİT TIR’ları haberlerine açılan davanın ikinci duruşması vardı. Sadece o davaya bakmak bile yaşanan acı tabloyu gözler önüne seriyor. Yasalar, basın yoluyla işlenen suçlar hakkında 4 ay içinde dava açılması gerekli derken, yargıç 5.5 ay sonra tutukladı Can Dündar ve Erdem Gül’ü. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan “Haberi yapan bedelini ağır ödeyecek. Öyle bırakmam onu” demişti. 92 gün tutuklu kaldıkları Silivri cezaevinden Anayasa Mahkemesi kararıyla tahliye olduklarının ertesi günü Cumhurbaşkanı bu kez de “Karara uymuyorum, saygı da duymuyorum” dedi ve davaya MİT’le birlikte müdahil oldu. Anayasa Mahkemesi’nin tahliye kararını onaylayan savcı ise, görevden alınıp yerine yeni savcı atandı ve daha ilk duruşmada dava gizlilik kararıyla basına ve izleyicilere kapatıldı. Böylece Can Dündar ve Erdem Gül’ün aleni yargılama hakkı da ellerinden alınmış oldu. Zaten Erdem Gül’ün de dediği gibi “Bu davada gazetecilik yargılanıyor. Halkın haber alma hakkı yargılanıyor. Gerçekler gizleniyor”du. Cumhurbaşkanı’nın müdahaleleri davayla sınırlı kalmadı; gazetecilere verilen desteğe de tepki gösterdi, “Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada. Yani diplomasinin de bir edebi, adabı var. Burası senin ülken değil, burası Türkiye” sözleriyle tepkisi başkonsoloslara kadar uzandı.

Tamamı gazetede yayınlanan yazılarından oluşan iddianamede Dündar ve Gül için ayrı ayrı bir ağırlaştırılmış müebbet, bir müebbet ve 30 yıl hapis cezası istenen dava bu koşullarda başladı. Bundan sonrasında ne gibi hukuk skandallarına şahit olacağız, tahmin etmek güç.

Ensar’dan Pozantı’ya

Geçtiğimiz günlerde, kilisedeki rahiplerin çocuklara yönelik cinsel istismarını haberleştirerek Pulitzer ödülü alan gazetecilerin anlatıldığı Spotlight filmi, dünya çapında ses getirdi. Film, Oscar ödülünü kazandığı günlerde, BirGün gazetesinden Serbay Mansuroğlu da benzer bir haberle, Karaman’daki ENSAR evlerinde çocukların yaşadığı cinsel istismarı haberleştirdi. Türkiye’nin ‘bir bölümü’ bu haberle çalkalanırken diğer ‘yüzde elli’ sessizce olanları izledi. Gözler çocuklara sahip çıkmasını beklediğimiz Aile ve Sosyal Politikalar bakanı Sema Ramazanoğlu çevrildiğinde ise, O “bunun bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” diyerek cinsel istismarın yaşandığı ENSAR Vakfı’na sahip çıktı. Oysa vakfa ait olan o evler yasadışı faaliyet göstermekteydi ve bu sebeple denetimi yapılamıyordu. Ama bu konu bakanın sözlerinin yankıları arasında kaynadı gitti. Sonrası daha da keşmekeş. Siyasiler üzerinden polemikler aldı başını yürüdü, çocukların yaşadıkları ise, hepten unutuldu. Kişisel görüşüm olarak Pulitzer’i hak ettiğini düşündüğüm Serbay Mansuroğlu ise tehditlere rağmen azim ve ısrarla haberin peşini bırakmadı. Umarım onun bu çabaları sonuçsuz kalmaz, çocukları korumaya yönelik adımların atılmasına vesile olur.

Bu olay, 2012’de Pozantı Çocuk Cezaevi’nde yaşananları hatırlattı bana. Olayın zanlıları olan devlet memurları hakkında takipsizlik kararı verilmiş, cezaevi müdürü Ankara’ya tayin edilip terfi almıştı. Cinsel istismarın mağduru ‘taş atan çocuklar’ ise müebbet hapisle yargılandılar. Haberi yapana gelince, gazeteci Özlem Ağuş, KCK ‘torba’ davasından cezaevine girdi, 11 ay tutuklu yargılandı.

‘Terörist’ kervanı uzuyor

Hukuk yoluyla gerçeklerin üzeri örtülmeye çalışılırken, yazıyı kaleme aldığım saatlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın haberlerin, verilerin önünü almak için bu kez de hedefe Sivil Toplum Kuruluşları’nı koyduğunu öğreniyorum. Güneydoğu’da sürdürülen operasyonlardaki hak ihlallerini hafta içinde yayımlayan Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Mazlum-Der’in raporlarıyla ilgili “Neyin raporunu yayımlıyorsun?” diye sert çıkan Erdoğan, bu kurumların üzerine gidilmesi gerektiğine işaret ediyor. Anlaşılan gazeteciler, avukatlar, akademisyenlerden sonra STK’lar da ‘terörist’ kervanına katılacak.

Ezcümle, gerçeğin ortaya çıkmasını isteyen gazeteler, gazeteciler her türlü baskıya rağmen direniyor, direnecek de. Ama bu mesele sadece gazetecilerin meselesi değildir. Aynı zamanda siz okurların da meselesi. Sizler de haber alma hakkınıza sahip çıkmalısınız. Hatta sadece haber alma hakkınıza değil, haber olma hakkınız için de gazetelerin, gazetecilerin yanında olmalı, desteklemelisiniz. Sıkça gazeteci eylemlerinde duyduğunuz “Susma sustukça sıra sana gelecek” aslında biraz da bunu anlatır; siz bugün susarsanız yarın başınıza bir hal geldiğinde bunu yazacak, sesinizi duyaracak bir gazeteci bulamayabilirsiniz.