Çamkerten, tanıdığını ve bildiğini basan yayınevlerinin; bildiğinden şaşmayan, yeniliği aramayan okurları ve aynı meseleyi suyunu çıkarana kadar kaleme alan yazarları istediğini kaydederek, “Bu sistem şu an öyle bir hale dönüştü ki, bağımsız yayıncılar, bağımsız kitabevleri ve yazarlar parmakla gösterilip nesli tükenecek hayvanlar arasına girdiler” diyor.

‘Gerçeğin rahatsız edici yanından hoşlanıyorum’

KADİR İNCESU

Vuslat Çamkerten, ilk romanı Ona Çok Benziyorum’da ‘okur ve yazar ilişkisinin büyülü ve karmaşık dünyasını’ anlatıyor. Öykü de yazan Çamkerten ile Ona Çok Benziyorum üzerine konuştuk.

Konunun şekillenişi nasıl oldu? Yazma süreci sırasında neler yaşadınız?

Birinin hayatına sızmanın hikâyesini anlatmak istiyordum. Önce böyle bir şeyi yapacak, birinin hayatına sızmayı isteyecek bir karaktere ihtiyacım vardı. Bu da Mustafa’dan başkası değildi benim için. Yazıyordu, tutkuluydu, karanlıktı, kendine ait bir evi, dünyası vardı, geceleri bir avcı gibi sokaklara çıkmaktan çekinmiyordu. Böyle birinin kimin peşine düşeceğini aslında kendisine bıraktım. Aslına bakarsanız ülkenin en ünlü yazarlarından merhum Remzi Bayburtlu’nun karısının peşine takılan yine Mustafa’ydı. Hikâyenin bu özgür yürüyüşünü romanın sonuna kadar korumaya çalıştım.

Yazma sürecine gelince, roman yazmak gerçekten vakit ve alan istiyor. Bulduğunuz hikâye, zamanı geldiğinde hayatınıza sızmaktan ya da çıkıp gitmekten çekinmiyor. Bu da yazarda onu hemen kaybedebileceği hissini dinç tutuyor ve zaman zaman hırçınlıklar, yılgınlıklar yaşamasına neden olabiliyor. Söylendiği kadar var, aslında bir romanın arkasında hep başka bir roman daha yazılıyor.

Kahramanlarınız sırları konusunda çok mu açık sözlüler?

Cevabı biraz da bende saklı galiba. Meselelerin üstüne gitmeyi, altını kazmayı, soruşturmayı seviyorum, açık sözlülüğün, dolaysızlığın yarattığı kaostan çekinmiyorum. Karakterlerim de bundan kaçmıyor, aslında hepsi kaostan beslenen kişilikler. Bu yüzden romanda yeri geldiğinde büyük kavgalar ediliyor, yumruklar konuşuyor, hırsızlıklar yapılıyor, her şeyin ortaya saçıldığı dergi toplantıları, rakı masası sohbetleri yaşanıyor. Bizim kültürümüzde açık sözlü iletişime az rastlanır, meseleleri suskunluk örtüsünün altına saklamayı yeğliyoruz. Konuşmak, konuyu çözmeden peşini bırakmamak batıya özgü bir şey aslında. Açık konuşmanın muhabbeti seksi kılan bir tarafı da var bana sorarsanız. Gerçeği bir silah gibi kullanmanın rahatsız edici yanından hoşlanıyorum, bunu yerinde de buluyorum öte yandan, insanı gitmek istediği yere daha çabuk götürüyor. Ona Çok Benziyorum’da da herkesin gitmek istediği bir yer vardı, bu yüzden kartlarını şartlar el verdiğince açık oynadılar.

Mustafa’nın Cem’e söylediği “Sizin hiçbirinizin bir öykünün içinde yaşamak nedir bildiğiniz yok” sözü onun açısından yaşadıklarını çok iyi özetliyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle böyle diyebiliriz. Mustafa yazmaya kafa yoran biri olarak bu işin bir başı ya da sonu olmadığının farkında, bu yüzden kendini yazacağı hikâyenin tam ortasına atmakta hiç tereddüt etmiyor. Sadece kalabalıklarda değil, sevdiği kadının yanında bile kendi kafasının, kendi hikâyesinin içinde yaşıyor. Bu halini bir savaşçı zırhı gibi kuşanıyor. Bu da ona istediği gibi yazabilmek için gereken gözü karalığı, acımasızlığı veriyor.

Küçük bir detay gibi görünse de başka gerçekleri de hissettiriyorsunuz. Örneğin ellerinden tuttuğu iki küçük kızıyla sokaktan geçen Suriyeli baba…

Roman şimdiki zamanlarda, büyük bir şehirde, İstanbul’da geçiyor. Kitabın anlatıcısı Mustafa da henüz bir yerde öyküsü ya da kitabı yayımlanmamış olsa da bir yazar. Yazarlığı için malzeme toplamayı, avcılığı seviyor. O da benim gibi bir yazar herhalde ki, yaşadığı çağın ve çevrenin problemlerini görmekten çekinmiyor ve küçük de olsa lafını geçirmeden edemiyor.

Dergi toplantısı sonrası Nilay’ın söylediği, “Edebiyat bile sektörleşmiş. Onlarla aynı şeyleri söylemezsen hoşlanmıyorlar senden,” sözü dikkat çekiyor… Bu tespiti genel olarak edebiyat dünyamız için yorumlar mısınız?

Bu, yaşadığımız ülkenin ve dünyanın getirdiği bir gerçek aslında. Özgünlüğün bir buluş, her seferinde yeni bir düşünce olduğunu bilerek ya da bilmeyerek ama açıkça reddediyoruz. Devlet ve siyasi iktidar ilişkisinin karakteri, her sektör ve alandaki iktidarın da karakterini kendine dönüştürüyor. Tekelleşme ve lobiler, başköşeleri tutanlar, tanıdığını bildiğini basan yayınevleri, bildiğinden şaşmayan, yeniliği aramayan okurları ve aynı meseleyi suyunu çıkarana kadar kaleme alan yazarları istiyor. Bu sistem şu an öyle bir hale dönüştü ki, bağımsız yayımcılar, bağımsız kitabevleri ve bağımsız yazarlar parmakla gösterilip nesli tükenecek hayvanlar arasına girdiler.