Mehmet Özçataloğlu Günümüz edebiyatının en büyük eksiği emekçilerin olmamasıdır. Gerek öykü gerek roman gerekse de şiirde hemen hiç konu edilmiyorlar. Oysaki toplumsal sorunlarımızın en başında gelen konulardan biridir emekçilerin hadi daha dar kapsamda ele alalım işçilerin emeklerinin karşılıklarını alamamaları. Karşılığını alamamalarıyla birlikte her gün kurban gittikleri iş cinayetleri… Fakat nedense eli kalem tutanlarımız konu etme […]

Gerçeğin ta kendisi

Mehmet Özçataloğlu

Günümüz edebiyatının en büyük eksiği emekçilerin olmamasıdır. Gerek öykü gerek roman gerekse de şiirde hemen hiç konu edilmiyorlar. Oysaki toplumsal sorunlarımızın en başında gelen konulardan biridir emekçilerin hadi daha dar kapsamda ele alalım işçilerin emeklerinin karşılıklarını alamamaları. Karşılığını alamamalarıyla birlikte her gün kurban gittikleri iş cinayetleri… Fakat nedense eli kalem tutanlarımız konu etme gereği görmüyorlar. Aslında dönüp arkaya bakınca bu durumun sadece bugünün sorunu olduğunu söylemek de haksızlık olur. Adnan Özyalçıner’in sözleriyle anlatmak gerekirse; “Edebiyatta işçi temsili 1980’le hasıraltı edilir. Değil işçi, insan ilişkileri bile karanlığa gömülür uzun süre. Nedeni edebiyatımızın çoksatarlığa evrilişidir. Edebiyatın metalaştırılmasıdır. Kapitalizmin idareyi ele alışıdır. Ee, iş yaşamında kapitalizmle baş edemeyen işçi, edebiyatta nasıl etsin?”

1980 sonrasında yok da öncesinde çok mu vardı peki? Sanayileşmenin başlaması ve gelişmesi, ağalık ve patronluk arası tutum takınan fabrika sahiplerini, köyden kente göç edip şehir işçiliğine evrilen işçileri anlatan romancımız Orhan Kemal’dir. Orhan Kemal’in kitaplarının yanında ise Mahmut Yesari’nin ‘Çulluk’ adlı kitabı (ki bu kitap ilk işçi romanı olarak da kabul ediliyor) anılıyor. Reşat Enis de bu alanda öne çıkan isimlerden. 80’li yıllardan sonra yazılan birkaç işçi romanının da o günleri değil 1930’ları konu edindiğini söyleyebiliriz.

1980 sonrasına yeniden dönüp baktığımızda Latife Tekin adını da görüyoruz. Ve o Latife Tekin bugünlerde yine işçi dünyasını konu edinen romanla selamlıyor okurlarını. ‘Manves City.’ Can Yayınları tarafından yayımlanan kitap, Türkiye’nin büyük şirketlere teslim olan bir beldesinde Erice’de yaşananları gözler önüne seriyor. Yıllar sonra hapisten çıkıp memleketine dönen Ersel, dev üretim tesislerinin ve fabrikaların ele geçirdiği bir Erice’yle karşılaşıyor. Yuvası dağılmıştır Ersel’in. Yıllar onun da elinden kıymetlilerini alıp götürmüştür. Kayıplara karışan üvey kızının peşine düşer. Ve şanslıdır ki yalnız çıkmayacaktır bu yola. Yerel bir gazetede yazılarıyla halkın sesi olan çocukluk arkadaşı Nergis, ona eşlik edecektir. Manves City, yoksullaşan insanları anlatıyor. Yok edilen doğayı anlatıyor. Güvencesiz çalışma/çalıştırma koşullarını anlatıyor. Dolayısıyla yaşadığımız coğrafyanın bugününü anlatıyor. Her yıkımın bir de direnenleri olduğunu göstererek

“Fakirin sermayesi de zaman olsun demişler, gecesini gündüzüne katıp hayatını çevirsin.” (kitaptan)

Diyar Saraçoğlu; “Günümüzde çalışma yaşamına övgü niteliği taşıyan birçok eserde dahi işçilerin günlerinin büyük bir kısmını geçirdikleri işyerleri, çalışma koşulları anlatılmazken, bu konuya eğilen bazı eserler de kuru bir gözlem aktarımından öteye gidemiyor” dese de Manves City o kitaplardan ayrılıyor. Kurgunun ötesinde gerçekliği var bu kitabın. Bunu da Latife Tekin’in işçilerle kurduğu sahici arkadaşlıklara, onlarla onların çalıştıkları alanlarda zaman geçirmesine bağlıyorum.

Edebiyatımıza biraz dışarıdan bakıp geniş bir açıdan izleyince böylesi romanlara, öykülere, şiirlere ihtiyacımız olduğu görülüyor. Bu tür kitapların sayısı çoğaldıkça umudun da artacağını düşünüyorum. Ve son söz Aydın Çubukçu’dan: “Umudu büyütmek için yeterli kaynağa sahibiz.”