​2000 yılında Christopher Nolan’ın Memento adlı filmini izledikten sonra “Bitti artık” demiştim, “Sinemada bundan sonra yeni ne yapılabilir ki?! Adam hikâyeyi sondan başa doğru anlatmış!”

Düz zamansal çizgide ilerleyen filmlerde neden-sonuç ilişkisi nispeten net biçimde görülebilir. Oysa bu filmde, izlediğimiz sahneler sondan başa doğru kurgulandığı için seyir süreci iyice karmaşıklaşır. Seyircinin nedensellik algısı altüst olduğu için ortaya izleyiciyi sarhoş eden bir görsel deneyim çıkar. Kimin iyi kimin kötü, hangi bilginin doğru hangisinin yanlış olduğunun kestirilemediği bir anlatı örgüsü.

Filmin, yapıldığı dönemin çok önemli bir kavramıyla derin ilişkisi var: Palimpsest. Üzerindeki yazılar giderek silinen parşömenlerin üzerine yeni şeyler yazılmasıyla ortaya çıkan ilginç anakronik duruma palimpsest deniyor. Çok değerli olan parşömenin defalarca kullanılabilmesini sağlayan bu uygulamada, her yeni silinme-yazma eylemi daha derin bir zamansal kırılmaya yol açıyor: 400 yıllık bir yüzeyde henüz bir günlük bir yazı, o yazıyla yüzeyin arasındaysa varlığını hâlâ hissettiren daha önceki yazı. Böylece iki boyutlu yüzey, normal koşullarda bir araya gelemeyecek unsurların buluştuğu çok katmanlı ve çok boyutlu bir şeye dönüşüyor.

Memento’da kısa süreli bellek yoksunluğundan mustarip ana karakter, etrafındaki insanların kim olduğunu anımsayabilmek için hem vücudunu hem de polaroid fotoğrafları kullanır. Hatırlaması gerektiğini düşündüğü temel bilgileri bedenine dövmeyle yazdırır. Kişilerin ya da mekânların polaroid fotoğraflarının arkasına yazdığı bilgiler sürekli değişir; bir saat önce yazdığı “Bu kadına güvenme” ifadesinin üstünü karalayıp “Bu kadın sana yardım etmek istiyor” yazar mesela. Fotoğraf aynı fotoğraftır ama artık karakterin algıladığı gerçekliğe dair çelişik ifadelerle dolu bir palimpsest ortama dönüşmüştür.

‘Yapıldığı dönem’ derken kastettiğim, bir binyılın bitip yenisinin başladığı, ‘zamanın sonu’ psikolojisinin tüm toplumları etkisi altına aldığı, Baudrillard’ın simülasyon kuramları çerçevesinde toplumsal gerçekliğin algılanma biçimlerinin sorgulandığı, ‘gerçekte olan’ın ‘gerçekte olduğu sanılan’la yer değiştirdiği tuhaf bir tarihsel dönüm noktasıdır. Nolan’ın 2020 tarihli filmi Tenet’te de Memento’dakini andıran bir palimpsest teması var. Belli bir şekilde yaşanan bir olayın, olay olup bittikten sonra edinilen bilgilerle zamanda geriye doğru aktığı bir paralel evrende geriye -o evrende ileriye- gidip değiştirilerek yeniden yaşanmasını/yazılmasını sağlayan bir teknolojidir tenet. Nolan filmde insan hikâyelerinden ziyade işte bu yeni palimpsest teknolojisini anlatıyor.

Filmde yeni Rus oligarşisinin zulümle yükselişinin anlatılması ve 11 Eylül 2001 saldırılarına yapılan açık gönderme -pentagon (beşgen) şeklinde inşa edilmiş bir havaalanı binasındaki kasayı soymak için bir uçağın binaya çarpmasını sağlıyorlar- ‘yeni dünya düzeni’nin son 20 yılıyla ilgili belli belirsiz bir politik söylemi işaret ediyor. Ama bunu yaparken ABD kapitalizmine ve Trump’a neredeyse hiç bulaşmıyor. Böylece Nolan’ın ‘evrensel Hollywood kriterleri’ne epey uyum sağladığını görmüş oluyoruz.

Bunların hepsinin 4,5 milyar yıllık dünya yüzeyinde gerçekleşme biçimine bakılırsa, parşömenin üstündeki yazılar biziz; silinen, yeni baştan yazılan, sonra yeni yazılar için tekrar silinen ‘canlı palimpsest’... Nolan sineması da bunun bir parçası; Memento’dan Tenet’e giden yolda, üzerine yazıldığı eski ifadelere bakarak üstüne yazılacak yeni ifadeler hakkında çıkarımlarda bulunabiliriz. Ortaya çıkan sonuçlar Nolan sinematografisinin insanlıkla ilişkisi açısından pek hoş görünmüyor, ama olsun, onunki/onlarınki ne kadar palimpsestse bizimki de o kadar meta-palimpsest! Onlar yazdıkça biz bozar, yeniden yazarız.