"Gerçek benliğimizi maskelerle gizliyoruz"
İlk gösterimini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan ve geçen ay vizyona çıkan “Beraber” iki kültür arasında bocalayan bir gencin hikayesine odaklanıyor. Filmin yönetmeni Mete Gümürhan ile hem “Beraber”i hem de Hollanda’da bir Türk olarak yaşamanın nasıl olduğunu konuştuk.

EMRAH KOLUKISA
“Beraber” aslında geçen ay vizyona girdi ve neredeyse tüm bağımsız filmler gibi 2-3 hafta içinde ortalıktan kayboldu. Salon işletmelerinini gişe getiren filmlere ağırlık vermesi belki bir yara kadar anlaşılabilir ama bu sorun, yani bağımsız fimlerin salon bulamama sorunu çözülmezse sinemamız ciddi bir krize girecek ve yakında bağımsız sinemanın belki de tamamen silindiğini göreceğiz. Yine de bir teselli olsun, “Beraber” bu hafta sonu İstanbul Modern’deki “Biz de Varız” başlıklı film programı çerçevesinde izleyiciyle buluşacak. Kaçırdıysanız Pazar günü izleyebilirsiniz.
Filmin yönetmeni Mete Gümürhan belgesel türündeki ilk filmi “Genç Pehlivanlar” ile festivallerde ses getiren bir sinemacı ve “Beraber” onun aslında ilk uzun metrajlı kurmaca filmi. Hollanda’da yaşarken bir anda babasıyla birlikte İstanbul’a taşınan genç Zeki’nin yaşadığı arada kalmışlığı anlatan filmde genç isimlerden oluşan bir oyuncu kadrosu var. Filmin yönetmeni Mete Gümürhan’a aklımızdaki soruları yönelttik ve onu biraz daha yakından tanımaya çalıştık.
Filmin sonunda filmdeki hikayenin kısmen yaşanmış olaylardan hareketle çekildiği yazıyordu. Kendi hayatınızdan hareketle mi çektiniz filmi, neydi senaryonun çıkış noktası?
Aslında o ifade, yapım şirketi tarafından hukuki nedenlerle ekleniyor; yani birileri çıkıp “Bu benim hayatımı anlatıyor” derse diye. Ama tabii ki bence çoğu yazar, yönetmen, oyuncu ya da sanatçı geçmişinden, kişisel deneyimlerinden, hatta belki de çözülmemiş travmalarından bir şekilde etkileniyor. “Beraber”de bu etki benim için biraz daha yakın geçmişten, önceki filmim “Genç Pehlivanlar”daki bazı deneyim ve gözlemlerden geliyor. Mesela “Genç Pehlivanlar”ın çekimlerine verdiğimiz küçük bir arada kendimi İstanbul’da lüks bir sitede bulmuştum; bu beni bayağı etkiledi. Bir de Hollanda’da bir gazetede ikinci ve üçüncü kuşak Hollandalıların, farklı kökenlerden gelseler de, başarı ve tanınma için ailelerinin anavatanlarına döndüklerini anlatan bir makale okumuştum. Bu konuyu biraz daha araştırdığımda, oyuncu Azra Akın, fotoğraf sanatçısı Ahmet Polat ya da rapçi Murda gibi isimlerin, Hollanda’lı olmalarına rağmen kariyerlerinin Türkiye’de başladığını veya yükselişe geçtiğini gördüm. Bu durum da beni epey düşündürdü: Hollanda’da doğmuş, büyümüş biri neden hayallerini gerçekleştirmek için başka bir ülkeye gitmek zorunda kalır? Üstelik Hollandalı akranlarıyla aynı eğitim, beceri ve deneyime sahipken. “Genç Pehlivanlar”ı kurgularken bir gün aynaya baktım ve garip bir şekilde bunun benim de başıma geldiğini fark ettim. Hollanda’da 15 yılı aşkın süredir sektördeydim ama yönetmenlik açısından şansımı döndüren Türkiye’de Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nden aldığım yapım desteği oldu.
Ergen bir delikanlının Rotterdam’dan İstanbul’a gelişiyle başlıyor film ve burada bir uyum meselesi yaşıyor, filmdeki adıyla Zeki. İki toplum arasında, iki ülke arasında, iki farklı dünya arasında kalmak, o sıkışmışlığı yaşamak nasıl bir şey, kendi deneyimlerinizden hareketle?
Bu duyguyu tanımlamak, ifade etmek zor ama rahatsız edici bir his olduğunu söyleyebilirim. Ancak bunu yaşayan biri bu hissi çok iyi bilir. Açıkçası bunu gece gündüz hissetmiyorum, sürekli bu hisle yaşamıyorum, ta ki biri dile getirene veya yüzüme vurana kadar. Nerede olursanız olun insanlar sizi belirli bir kalıba sokmak istiyor, buna direnebilmek her zaman kolay ya da mümkün olmayabiliyor.
Filmdeki Zeki İstanbul’da tanıştığı yeni arkadaşları onu sevsin diye bazı şeyleri gizliyor, sınıfsal bir çarpıtma içine giriyor. Karakterin bu davranışını nasıl gerekçelendiriyorsunuz senaryo kurgusu anlamında?
Her gün, her yerde gerçek benliğimizi çeşitli maskelerle gizliyoruz; sanki Cadılar Bayramı bir günlük değil, ömür boyu süren bir şeymiş gibi. Maske takmak, utancımızı, korkularımızı, acılarımızı başkalarından gizleyen; başkalarının bizim kusurlarımızı görmesini engelleyen bir dikkat dağıtma yöntemi. Hem başkalarının, hem de kendi dikkatimizi, sevdiğimiz ya da bizi değerli hissettiren taraflarımıza yönlendiriyor. Böylece gerçek benliğimizden uzaklaşıyoruz. İlginç olan, insanlar genelde çevrelerindekiler maske taktığı için maske takmaya başlıyor. Bu bazen yeni sosyal normlar yaratıyor, herkes bu normlara uymak için maske takmaya başlıyor. Bir maskeli baloda olduğunuzu hayal edin. Eğer herkes maske takmışken sadece siz takmamışsanız, kendinizi çok dışlanmış hissedersiniz. Bu yüzden, siz de maske takmaya karar verirsiniz. İşte böyle anlarda, tıpkı “Beraber”deki Kemal (Hayat van Eck) ya da Azra (Mina Demirtaş) gibi, bazen maskesini çıkarmış birine ihtiyaç duyarsınız. Böyle bir kişi yanınızda olup size destek olabilir, ya da kendi maskenizi çıkarmanız konusunda size cesaret verebilir.
Oyuncu seçimi nasıl bir süreçti? Özellikle Zeki için aradığınız oyuncu hangi özelliklere sahip olmalıydı ve Alihan Şahin’i bulana kadar kaç oyuncuyla deneme yaptınız? Tüm kadro için benzer bir soru sorabilirim elbette.
Zeki’yi bulmak için Rotterdam’da uzun bir casting süreci geçirdik, resmen sokak sokak dolaştık. Alihan Şahin’ı ‘free run’ akademisinde yüzlerce çocuk arasından seçtik. Bu rol için istediğimiz özellikler arasında Flemenkçe ve Türkçe konuşması, sportif bir yapısı olması ve kamerada karizmatik görünmesi vardı. Mina Demirtaş (Azra) ile Eylül Ersöz ve Melek Öden’I ise İstanbul’daki casting direktörümüz Ezgi Baltaş buldu. Eylül ve Melek aslında Azra rolü için geldiler ama ben onları çete üyelerine dahil ettim. Onları seçmeden önce, oyuncuları farklı karakterlerde denediğim birkaç grup çalışması yaptım genç oyuncularla. Hippo rolündeki Kıvanç Emür’ü böyle bir çalışmanın sonunda ekibe dahil etmeye karar verdim. Lorin Merhart’ı Serhat Karaaslan’ın “Les Criminels” filminde görüp beğendim ve oyuncu kadrosuna eklemeye karar verdim. Hayat van Eck ise “Daha”da izlediğim andan beri Zeki rolü için aklımdaydı ama filmi finanse etmek biraz uzun sürünce çekim aşamasına geldiğimizde, yaş olarak artık o role uygun değildi. Şansıma, Hayat tam olarak benim hayal ettiğim Kemal’e dönüştü.
Hollanda’da film çekmek ile Türkiye’de film çekmek arasında nasıl farklar var size göre? Avantaj ve dezavantajları nasıl sıralarsınız?
Aslında film çekim süreci her yerde benzer. Fark, genelde ekip yapılarında, departmanların büyüklüğünde ve iletişimde oluyor: Ama esas fark bence finansmanda, finans kaynaklarının yarattığı avantaj ve dezavantajlarda. Hollanda’da fonlar daha çok yapım şirketi odaklı çalışıyor; Türkiye’de ise daha çok yönetmene ya da yaratıcı tarafa destek veriliyor.
Bir önceki filminiz “Genç Pehlivanlar” bir belgeseldi. Belgesel ve kurmaca arasında sizin tercihiniz hangisi, hangisinde daha özgün bir sinema dili yarattığınız düşünüyorsunuz örneğin? Şunu da sorayım, bir filmi belgesel mi yoksa kurmaca olarak mı çekeceğinize nasıl karar veriyorsunuz?
Ben belgesel ya da kurmaca diye bir ayrım yapmıyorum. İkisi de kendi özgün sinema dilini yaratabilir. Bu tamamen yönetmenin hikayesini nasıl anlatmak istediğine, kullandığı tarz ve biçime bağlı. Ben bir filmin belgesel mi, kurmaca mı olacağına karar verirken genelde içgüdülerime güveniyorum. Ama bazen bunu sektör de size dikte edebiliyor.
Sinemacı olarak ustalarınız kimlerdir, Türkiye’den ya da dünyadan, hangi sinemacıların filmlerini, tarzını kendinize yakın buluyorsunuz?
Benim film zevkim çok geniş. Stüdyo filmlerinden arthouse’a, sinema verité’den animasyona kadar iyi yapılmış her filmi severim. Belli bir ustam yok ama tarzlarını çok sevdiğim yönetmenler var; Charlie Chaplin’den Steven Spielberg’e, Jeniffer Lee’den (Disney) Hayao Miyazaki’ye (Ghibli), Michael Moore’dan Frederick Wiseman’a, Chantal Akerman’dan Kathryn Bigelow’a ve Türkiye’den Yılmaz Güney’den Nuri Bilge Ceylan’a kadar uzayıp giden bir liste sayabilirim.
Rotterdam’da doğmuş ve orada eğitim almış biri olarak kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz, Türk kimliğine (kültürel ya da başka anlamlarda olabilir) sahip olmak önemli mi sizce, yoksa bu tanımların çok önemi yok mu?
Daha çok ikincisi, yani bence bu tanımların pek bir önemi yok. Karakteriniz, yaptıklarınız ve kişiliğiniz; kimliğinizden, kültürünüzden, dininizden, renginizden, sınıfınızdan ya da sizi belirli bir çerçeveye alan herhangi bir aidiyetten daha yüksek sesle konuşmalı.
Dünya görüşünüzü nasıl özetlersiniz? Liberal, solcu, demokrat, muhafazakar?
Bu soru bana nereli olduğumu, hangi takımı tuttuğumu veya hangi partiye oy verdiğimi sormak gibi geliyor. Eğer bencilseniz, insanlara – özellikle kadınlara ve çocuklara – saygınız yoksa ya da çevrenize – hayvanlara, doğaya – sevginiz yoksa, hangi görüşten olduğunuz fark eder mi? Ama illa bir cevap istiyorsanız, belki biraz hayalperest gelecek ama hepsinden birazım; sadece hepsinin insanlığa iyi gelen kısımlarını almaya çalışıyorum diyebilirim.
“Beraber” aslında bir yıl önceki Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Yarışma seçkisindeydi ama sansür skandalı ile patlak veren olaylar sonrası festival iptal edildi? Siz bu süreci nasıl değerlendirdiniz o dönem, tepkiniz ve düşünceleriniz neydi?
Maalesef benzer bir süreci daha önce de yaşadım, “Genç Pehlivanlar” festivalleri gezerken. Herkes için çok üzücü, kimsenin istemeyeceği bir durum… Ama ifade özgürlüğü, filmlerin herhangi bir sansür baskısı olmadan seyirciyle buluşabilmesi, film festivallerinin temelini oluşturan bir ilke diye düşünüyorum. Herhangi bir filmin gösteriminin engellediği bir ortamda, tüm filmlerin gösterimi gölgelenmiş oluyor. O dönemde olaylar çok hızlı bir şekilde, festivalin yaptığı açıklamalar ve sektörün/kamuoyunun verdiği tepkiler şeklinde gelişti, tam bir kriz süreci yaşandı. Daha sağlıklı bir diyalog ortamı oluşabilseydi, belki sansüre varmadan bir çözüm yaratılabilirdi. Olan filmlere, seyircilere ve aylarca iyi bir festival yapmak için iyi niyetli bir şekilde çalışan festival ekibinin emeklerine oldu.