Birbirlerine ilmeklenmiş üç gerçekliğin içinde yaşarız. İlki bizden bağımsız, bizim dışımızdaki gerçekliktir. Biz olsak da olmasak da var olan. İkincisi zihnimizin gördüğü, hissettiği, tanı(mla)dığı gerçek. Biyolojik sınırlılıklarımız ve tarihsel/kültürel biçimlenmelerimizle oluşturduğumuz gerçek. Kızılötesi ışığı göremeyiz, çünkü gözümüzde kızılötesine duyarlı hücre yoktur, bu biyolojik sınırımız.

Bizim dışımızdaki gerçekte “mavi” diye bir renk yok. Mavi ve tonlarını görme, ayırt etme ve tanımlama biçimi bireyden bireye, kültürden kültüre değişir. Gerçekte mavi diye bir renk yoktur ama mavi rengi görmemizi sağlayan göz ve beyin hücrelerimize etki eden bir ışık frekansı/dalga boyu vardır. Mavi renk, gökten zembille inmez zihnimize.

Zihnimizin gerçeği tarihsel ve kültüreldir. Bin yıl önce aşk dediğimizle ve aşık olduğumuzda hissettiklerimizle bugün aşktan anladığımız ve hissettiklerimiz farklıdır. Alman dili ve kültüründe olan ve başkasının acısından keyif alma duygusunu tanımlayan “schadenfreude” sözcüğünün Türkçe karşılığının olmaması gibi. Sözcük Alman dili ve kültürüne de 18’inci yüzyılda girmiş. Kapitalizmin rekabetçi bireyinin baskın karakter olmaya başladığı zamanlar.

***

Bir üçüncü gerçekliğimiz daha var: Düşsel, düşlemsel gerçek. İsteklerimizden, arzularımızdan, korkularımızdan türeyen fantastik gerçeklik. Uçmayı istemek gibi. Düşümüzde bir kırlangıç gibi göklerde süzüldüğümüzü görürüz; durmuş bir trafiğin içinde, tıka basa dolu bir otobüs boğuntusunda, "uçabilseydim keşke" diye hayal ederiz. Arzular ve hayal ederiz ama otobüsten aşağıya inip kollarımızı kanat gibi çırpıp havalanmaya çalışmayız. Hayallerimizin hayal olduğunu biliriz. Bilmezden gelmeye kalkıp kollarımızı çırparsak, gerçekle “karşılaşırız.” Gerçekle karşılaşma, hayal kırıklığı yaratsa da bizi olgunlaştırır ve gerçekliğin içinde mücadeleye çağırır. Ama uçabilme arzumuzun fantezi değil de gerçek olduğuna karar verip, çatıdan kollarımızı açarak boşluğa atlarsak zemine (gerçekliğe) çarparız! Toplum, halk, topluluk, gruplar da üç gerçeklik içinde yaşarlar. İçinde yaşadıkları koşullar, o koşullar hakkındaki inanç ve düşünceleri ve o koşullarla ilgili fantezileri. Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu son 20 yıldır, daha önceki dönemlere ya da başka ülkelerinkine benzemeyen bir “fanteziye” gerçek muamelesi yaparak yaş(atıl)ıyor. En çarpıcı örnek Lozan’ın gizli maddeleri. KONDA’ nın 2018 araştırmasında üniversite mezunlarının bile yüzde 43’ünün inandığı gösterilmişti.

***

“Lozan’ın gizli maddeleri” temasının dahil olduğu asıl fantezi ise Yeni Osmanlıcı büyüklenmecilik. Cumhuriyet’in bir ihanet operasyonu olduğu ve “dünya liderimizin önderliğinde”, “yüzyıllık reklam arasından” sonra Müslümanların halifesi ve dünya lideri bir ülke olacağımız, “bizden çalınanları” geri alacağımız, çok zengin, çok büyük, en büyük, en zengin olacağımız fantezisi.

Bu fantezi, yirmi yıl boyunca sadece eğitimsiz, yoksul, AKP’li, MHP’li kitleleri etkisi altına alarak RTE iktidarına rıza üretmedi. Fantezinin asıl gücü, imkansız olduğunu içten içe bilenleri daha çok büyülemesinden gelir. Öyle ki fantezi gerçeklikle karşılaşmadıkça büyüsel gücü giderek artar ve karşıtlarının da ayaklarını yerden kesebilir. Bu halin çarpıcı örneği cinsel fantezilerdir. Cinsel fanteziler, cinselliği özgür, eşit ve içten yaşayanları değil, sert kalıplar, ahlakçı yargıları olanları daha çok etkiler. Güncel yoksulluk sınırı 24 bin, açlık sınırı 7400 lira ve ücretli çalışanların yüzde 42’si 5 bin 500 lira asgari ücretle çalışıyor. RTE, bu koşullarda yaşayan insanlara “Türkiye Yüzyılı” şovunda “Ekonomiyi büyüterek, refahı tabana yaymak suretiyle ülkemizi tüm fertleriyle birlikte zenginleştirdik. Üretimi yaygınlaştırarak, sanayiden tarıma her alanda istihdama, işe, aşa erişimi kolaylaştırdık” fantezisini dillendirdi.

***

Hastanelerde 6 aya, 1 yıla verilebiliyor tetkik randevuları. Kanser hastaları kontrollerini yaptıramıyor, ilaçlarına erişemiyor. Doktorlar günde 100-200 hastaya “bakmak” zorunda bırakılmış durumdalar. Sağlık emekçilerine şiddet her geçen gün artıyor. Vatandaşın kamusal sağlık hakkını savunan Türk Tabipleri Birliği düşman ilan edilmiş durumda. Son 10 yılda Gencay Gürsoy, Raşit Tükel, Şebnem Korur Fincancı gibi başkanları, tabip odaları yöneticileri gözaltına alındı, tutuklandı, Özdemir Aktan gibi KHK ile “işten atıldı”. RTE ise doktora, ilaca erişemeyen halka, “Şehir hastaneleri ile sağlıkta devrim yaptık” diyor.

Fantezi geçici bir rahatlama, erteleme ya da dayanma gücü verebilir ama karın doyurmaz. Fanteziye gerçek muamelesi yapan toplumlar, gerçekle karşılaştıklarında hala fanteziye tutunurlarsa sonunda gerçeğe çarparlar! Tıpkı çatıdan uçuyorum diye kendini boşluğa bırakanın beton zemin gerçekliğine çarpması gibi.

Şimdi düşünelim, çatının kenarında bacaklarımız gerili boşluğa arzuyla bakıyor muyuz, yoksa çoktan yolu yarıladık, betona çarpmak mı üzereyiz…