Can Dündar, Erdem Gül ve daha niceleri. Tutuklananlar ancak bedenlerdir. Elbette bir gün yine güneşli bir güne uyanacak, bir ıhlamur ağacının kokusunu yine sokağın başından hissedeceklerdir

Gerçek hapsedilmez

ZİHNİ BAŞSARAY / zihnibassaray@gmail.com

Her insan, doğası gereği erken doğar çünkü memeli hayvanlar arasında doğduktan sonra en geç yürüyen canlıdır. Annesine en çok muhtaç olan bu varlık, bütün hayvanlardan üstün olduğuna inanır. Diğer bütün hayvanlar doğadan öğrenirken, günümüz insanı aileden öğrenir. Aile, devletin başladığı yerdir. Kısacası devlet, bir erken doğum sancısıdır.

Ben henüz bu sancılardan habersiz Şirinler izleyen bir çocukken, mecburen Ömer Seyfettin’le tanıştım. Çocuk hikayeleri olarak bizlere okutulan Ömer Seyfettin’in öyküleri, aslında hiç de çocuk hikayesi değildi. Tabi benim bu durumu anlamam biraz sürdü. Aziz Nesin’den okuduğum ilk kitapta çocuk kitaplarının öyle bir şey olmadığını farkettim. Sonra da ufak ufak müfredat dışına çıkmaya başladım. İnsan müfredat dışına çıktıkça üzerine bir rahatlık çöküyor. Rahatlık olunca da disiplin bozuluyor. Oysa hiçbir sistem rahat olmanızı istemez, çünkü devlet bir disiplin işidir.

Bir yandan bu disipline ayak uydurmaya çalışıp, bir yandan da müfredatın dışında kalan yazarlarla kendime bir dünya kurmaya çalışıyordum. Benim dilimin en büyük şairi, benim dil dersimin konusu olamıyordu. O şairin bir kaç mısrasını bir mektubuna yazdı diye hapis yatan başka bir şair ise “Ben Sana Mecburum”’dan ibaretti. Yine aynı şair için Türkiye’nin ilk siyasi açlık grevini gerçekleştiren Orhan Veli’nin bütün derdi İstanbul’u düşünmekti. Müfredat, edebiyatı evcilleştirerek öğretmekle meşguldü.

Tarihimizde hep doğru olanı yapmamıza rağmen Almanların aldığı bir yenilgi yüzünden koskoca İmparatorluğumuz çökmüştü. Newton bir fizikçiden, Einstein ise aklımızın alamayacağı şeylerden ibaretti. Ermeniler ihanet, Rumlar nostalji içindeyken Kürtler yoktu. Hani şu 11 Şubat 99 akşamı Magazin Gazetecileri Derneği’nde dediği gibi “Kürt diye bir şey yok.”. “Biz bu toprakları böldürmeyeceğiz” diyen Ahmet Kaya birden hain, O’na küfreden herkes ulusal bir kahramana oluverdi. Ahmet Kaya müfredat dışı kaldı. İçinde özlem tutan, göğsü daralan, yüreği kanayan kim varsa dinledi Ahmet Kaya’yı. İfade özgür değildi ama kedere de yasak konmazdı. Devletin görmeyeceği yerlerde çekilen kederlerin kahramanı olarak öldü Ahmet Kaya.

Aradan geçen zamanda bir dönemin kahramanları haine, hainleri de kahramana dönüştü. İhanetle kahramanlık sürekli yer değiştirmeye başladı. Sokrates’e göre değişmeyen tek şey değişimin kendisiydi ama bizim memlekette değişmeyen tek şey devletin öğretme kibriydi. Birer vatandaş gibi değil, birer öğrenci gibi yaşamamızın istendiği bu topraklarda özgür olan tek ifade savcılıkta verilenlerdi. Ece Ayhan’ın anlattığı devlet dersindeydik hepimiz. Bazıları ise konuşanları yazmakla görevliydi.

İnsan iki yerde eşitlenir. Biri kıyam, biri gerçek. Bu dünyada olacak bir eşitliği istemeyenlerin ilk işi gerçeğin belini kırmak oldu. Bu toprağın kadim geçmişini, bu topraklardaki insanların gerçeklerini taşıyan kim varsa bu müfredatın kara listesine doldu. Ne diyordu Yaşar Kemal Sivas Katliamı’ndan sonra, tam da o meydanda: “Türkiye’nin alnına çaldıkları bu kara lekeyi devrimciler silecek.”. Oysa siyah tam da devletin rengidir, bütün renkleri örter, tekleştirir, “beyaz”a bile sıçrar. Yani o siyah rengi leke sanmamız bizim iyi niyetimizdendir. Bize göre leke olan, kiminin en sevdiği renktir.

Gazeteciler, gerçeğin temsilcisidir. En büyük yanılgı ise, gerçeğin temsilcileri olmadan bu gerçeğin de yaşayamayacağını düşünmektir.

Gerçeğin arabasına bomba konur,

Bir duvar dibinde postallarla tanışır gerçek

Geçek, sırtında bir kurşunla yatar sokak ortasında.

Oysa kanayan bir güvercin bedeni gibi yerde yatarken bile anaç bir kartal gibi kanatlarını bir halkın üzerine açar gerçek.

Gerçek, sofradaki ekmektir. Gerçek, bir nehirden akan su, buluta dokunan bir dağ, pamuk toplayan bir el, uyurken soğuk kaldırıma dokunmak zorunda bırakılmış bedendir.

Gerçek, evladının ölüsünü bir çuvala koyup götürmek zorunda kalan babanın kederi, “yoldaşlarımızın cesetlerine basmamaya çalışarak yürüdük” diyen insanın direnci, “hayalim yok” diyen Suriyeli Ali’nin göz bebekleridir.

Gerçek, yaşamak zorunda kaldığı çadırda donarak ölen kadının buz kesmiş bedeni, sokak ortasında öldürülen gencecik insanların hayalleri, “ayakkabılarımı çıkarayım, sedye kirlenir” diyen işçinin kömür karası sözleridir.

Can Dündar, Erdem Gül ve daha niceleri. Tutuklananlar ancak bedenlerdir. Elbette bir gün yine güneşli bir güne uyanacak, bir ıhlamur ağacının kokusunu yine sokağın başından hissedeceklerdir.

Fikirler ölmeyeceğine, fikirler hapsedilemeyeceğine göre gerçek elbet bir gün bu topraklarda da en mutlu şarkıları ıslıklar çalarak söyleyecektir.