Son bir yıl boyunca dünyada İslam adına verilen mesajlara bakın: Kafa kesen, kol kesen adamlar; kadınları pazarda satanlar; okula gittiği için kız çocuklarını hedef alan, okuldan alıp evlendirenler…

Ve son birkaç günde tartıştıklarımız; Paris’te bir mizah dergisine girip insanları “Allahüekber” diye gazetecileri tarayan, yaralı polisin kafasına sıkan karanlık teröristler… Onları “kahraman cihatçı” ilan edenler. Nijerya’nın Boko Haram (Batılı Eğitim Haram/Yasak) adıyla tanınan şeriatçı örgütünün ülkenin kuzeydoğusunda 2000 kadar insanı katledişi…

Dünyanın her yerinde 8’inden 80’ine televizyona bakan, radyo dinleyen, gazete okuyan insanlar, hangi inançtan olurlarsa olsunlar bunlarla yatıp bunlarla kalkıyorlar.

Türkiye, henüz Sultanahmet’te turizm polisine dönük intihar saldırısının ne olduğunu anlayamadan, hatta onu unutup Fransa’daki katliamı konuşmaya başladı.

Birinci dünyadaki bir ölüm, üçüncü dünyadaki bin ölüme bedel olduğundan Boko Haram’ın katliamı Fransa kadar konuşulmayacak. Ancak, Fransa’daki saldırının insan hayatlarının dünyanın farklı yerlerindeki değeri ötesinde de bir anlamı var: Doğrudan ifade özgürlüğünün, eleştirinin, çağdaş dünyaya ait en önemli değerlerden birinin hedef alınması!

Sultanahmet’te ne oldu? Bir “feda eylemcisi” miydi kendini patlatan, ya da Kafkasya’dan gelmiş El Kaide veya IŞİD bağlantılı bir “kara dul” mu? Birincisi olmadığı halde nasıl hemen üstlenilebildi “feda eylemi” diye? Paris katliamı gündemin en tepesine bütün dehşetiyle düşerek, bu soruları kenara itti.

Dünya Paris’i tartışırken, tartışmaya “Gerçek İslam bu değil” diye katılanların seslerini kimseye duyurmaları mümkün değil. Allahüekber diye işlenen bu cinayetler, bu katliamlar karşısında “Gerçek İslam bu değil” savunusu o kadar çaresiz ve etkisiz kalıyor ki!

Hele de Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da İslam adına birbirlerini öldüren, kafa kol kesen ve Ortaçağ’a ait bir nizamı hâkim kılmaya çalışanlar varken.

Bu yaşananların Avrupa’da yabancı düşmanlığını, aşırı sağı ve neo-faşist hareketleri güçlendireceğine kuşku yok.

Ancak, buradan hareketle “Saldırının Faili Batı” ya da “Bu işte bir gâvurluk var” gibi başlıklarla, bir katliamı amasız fakatsız lanetlemeden, ona kendince açıklama getirmeye çalışan bu kafaların vadettiği dünya “güldürenlerin öldürüldüğü” bir dünyadan başka bir şey olamaz.

Yaşananlar, bu dehşet tablolarının gerisinde de, “gerçek İslam bu değil” diyen bazı başka kesimlerin kendi “gerçek İslam”larını hâkim kılma çabası olduğunu görmeyi gerektiriyor. Herkesin kendi “gerçek İslam”ını öğretme ve hâkim kılma anlayışıyla karşı karşıyayız.

Dini bu görüntülerden kurtaracak olan da, devletin inanç alanına hiçbir şekilde bulaşmadığı, toplumsal ilişkilerin din temelinde düzenlenmediği, dini bireye ait bir alan olarak gören laik, demokratik düzenlerdir. Anaokulundan itibaren bir dini öğrettiğiniz insanlar, bir noktadan sonra o dinin kendilerince gerçek yorumlarına göre toplumsal düzenler kurmaya çalışacaktır.

Bu tablonun öteki ucunda da emperyalizmin, “gerçek demokrasi” diye Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye dışardan ve silah zoruyla demokrasi taşımaları var. “Dünya daha güvenli bir yer olacak” diye vurulan Afganistan’dan, Irak’tan, Libya’dan, Suriye’den dünyaya geri dönenlerle karşı karşıyayız şimdi. O ülkelere getirilen “demokrasi”lerin karşılığını alıyoruz biraz da. O “demokrasi”lerin sonuçlarını yaşıyoruz hep birlikte.

Dünya farklılıklara saygılı, kimsenin “gerçek” diye kendisini dayatmadığı, inanç alanının bireylere bırakıldığı, özgürlükçü bir yer olana kadar huzur bulamayacak.

İnsanı daha güzel günlere; yakalarına bir dinin, bir ırkın, bir dilin kimliğini takıp onun   herkese dayatanlar değil, bütün kimliklerin üzerine özgürlükçülüğü takıp her türden dayatmaya ve barbarlığa karşı çıkanlar götürecek!