Gerçek kamuculuk yeni  bir cumhuriyetle mümkün

Gamze Yücesan Özdemir

Hayat pahalılığı, enflasyon, işsizlik, borçluluk geniş halk kesimlerinin içinden geçmekte olduğu süreci hepimiz biliyoruz. Sokak röportajlarına da yansıyan, biriken bir öfke var. Halk kesimine dokunduğunuzda hissettiğiniz bir öfke var, itiraz var ama bu öfke yeteri kadar siyasallaşmamış durumda. İşte bu noktada sosyalist sola önemli bir sorumluluk yükleniyor, önemli bir varlık alanı açılıyor. Halk kesimlerinin içinden geçmekte olduğu bu zor günlerdeki öfkeyi, talebi onlarla birlikte örmek ve siyasallaştırmak zorunluluğu… Ancak burada sosyalist solun yapması gereken; kendi siyasal taleplerini, teorisini gidip bu halk sınıflarına okuması, anlatması değil; tam da onların içinden, onların öfkeleriyle, talepleriyle bir arada sesini yükseltmesi varlığını konumlandırmasıdır. İşte bu perspektiften baktığımızda kamusal dönüşüm, kamuculuk aslında bu halk sınıflarının büyük öfkesini, büyük taleplerini bir araya getirebileceğimiz çok önemli bir hat.


Kamusal dönüşüm, hayatın her alanına nüfuz eden bir bütünsellik içinde anlaşılmalı. Yani çalışma yaşamı dediğimiz, üretim noktasında kamuculuğun belli yansımaları olmalı ama bu üretim noktası; aynı zamanda toplumun iktisadi, siyasi, ideolojik yapılanmasının da içindedir. Yani emekçilerin kendilerini yeniden ürettikleri tüm alanlar, kamuculuğu düşünmemiz gereken alanlardır. Bu açıdan yaklaştığımızda, aslında kamuculuk bir bireysel ve toplumsal varoluşa işaret ediyor. Peki ne anlamda? Yani bireyin hem çalışma yaşamında hem de çalışma yaşamının dışında gündelik hayatında, kendisini değerli veya değersiz hissetmesi iradesine sahip olup olamaması, kendisini bir yurttaş olarak konumlandırıp konumlandıramaması… Tüm bunlarla birlikte yaratıcılığı… Dolayısıyla biz bir kamuculuktan, kamusal bir dönüşümden bahsedeceksek kamuculuğu tüm bu bütünselliğin içinde düşünmeliyiz.

Bugün bu bütünsellik içerisinde bakarsak, kamunun çözülmesini emekçiler üzerinde nasıl görüyoruz? Emekçi kesimler kamunun çözülmesini, öncelikle üretim noktasında ciddi bir işsizlik olarak deneyimliyorlar ama diğer taraftan da ciddi bir işçileşme durumu var. İşçileşme, ücret geliri hariç bir yaşam formunun kalmaması, ücret gelirine bağımlılık ya da sizi hayata bağlayan tek bağın artık ücret bağı olmasıdır. Emekçi sınıflar, kamunun çözülmesini güvencesizlik olarak deneyimliyorlar. Güvencesizlik denildiği zaman akla ilk olarak sosyal güvence, kayıtdışı çalışma gelebilir ama güvencesizlik bunları aşan; birbirine içkin, karmaşık bir olgudur. İstihdam güvencesizliği, iş güvencesizliği, sendikal güvencesizlik, demokratik güvencesizlik ve belki de en büyük halka olan irade güvencesizliği -artık yaşamı değiştirecek gücü kendinizde bulamamanız- bu olguya dahildir. Ayrıca işçi sağlığı da bu olgunun içindedir. Yani kamuculuk, basit iki üç fabrikadan çok daha geniş bir olgu. Kamunun çözülmesi üretim noktasında kendini bu şekilde gösterirken, dışarıdaki hayatta da hayatın her alanının metalaşması olarak görülüyor. Eğitimin, sağlığın, barınmanın, sosyal güvenliğin hepsinin piyasaya devredilmesi. Bu metalaşmadır ve işçi sınıfının kapitalizmdeki en büyük mücadelesi kendine dair meta dışı alanlar yaratmak olmuştur ama son dönemde kamunun çözülmesiyle birlikte tümüyle piyasa şiddetine terk edilmiş yaşamlar var. Burada artık yurttaş ve sosyal hak kavramının da ortadan kalktığını görüyoruz. Kamunun çözülmesi demek ortada bir yurttaşın, yurttaşın, sosyal haklarının olmadığı anlamına geliyor. Kamunun çözülmesinin bireysel ve toplumsal var oluşa etkisi ne diye baktığımızda, orada da şunu görüyoruz: Çöküş, intiharlar… Sözünü söyleyememe, içine kapanma, siyasete ulaşamama ve nereye gideceği belli olmayan bir şiddet...

Kamunun çözülmesi karşısında arayışlar elbette var. Emeğe, emekçilerin hayatına dair uluslararası emek örgütleri, bazı uluslararası sendikal konfederasyonlar üzerinden yükselen bazı talepler var. Bu örgütlerin programlarına baktığımızda şöyle tespitler görüyoruz. Güvencesizlik çok yüksek boyutlarda ve çalıştığı halde yoksul olan yani çalışan yoksullar var. Ortaya çıkan manifestolar müzakereci bir demokrasi talep ediyor. Emekçilerin kendi taleplerini siyasal alana taşıyabileceği mekanizmaları, güvencesizliğin her boyutuyla ortadan kaldırılması, esnek çalışmanın düzenlenmesi ve insan onuruna yaraşır, güvenceli, insanın yaratıcılığını ortaya koyabildiği, iyi ücretler alabildiği işler talep ediliyor. İlk bakışta gayet insancıl ve iyi gözüken bu taleplerin çok ciddi bir sorunu var. Bütün bu talepler gerçek nedene hiç ışık tutmuyor. Piyasa işleyişi, sermayenin kâr hırsı, kapitalizmin kalbinin emek sömürüsüyle atması gerçek nedenler ve bunlar bu taleplerin arasında yok. Yani nedene değil sonuca odaklı bir yaklaşım. Dolayısıyla bu programlar piyasayla karşı karşıya gelmeyen, sol liberal programlar. İşçilerin hayat kalitelerini ve ücretlerini artırmaya dönük sol bir tınısı var ama kapitalizmin işleyişini çözümleyen tespitleri ve analizleri yok. Bu anlamda bunları yapısal ilişkilere dokunmayan ama ahlaklı sesler olarak düşünebiliriz ama bir de daha kamucu bir perspektif var. Bunun altını çizelim. Kamucu perspektiften kasıt, piyasayı ehlileştirmeye dönük ve kamuyu var etmeye dönük politik öneriler var. İngiliz İşçi Partisi›yle başlayan, sonrasında Latin Amerika coğrafyasında yükselen kamuculuğu şöyle görüyoruz. Vergi politikalarına müdahale etmeyi ve zenginlerden daha çok vergi almayı amaçlayan; kamusal sağlık hizmetlerinin ve kamusal eğitimin yaygınlaştırılmasına çalışan, kamu istihdamının artırılması ve özel sektör harici alternatif mülkiyet biçimlerinin oluşturulmasını amaçlayan görece bir sol program var. Geçiş aşamasında ortaklaşabileceğimiz öngörüler var. Çünkü piyasa şiddeti karşıya alınmış durumda. Ayrıca Evrensel Yurttaşlık Geliri, Temel Vatandaşlık Geliri gibi talepleri yukarıda bahsettiğim iki tarafta da görebiliyoruz. Bu iki akım incelenirken, kapitalizmin temel mekanizmalarına karşı tutumları göz önüne alınmalı.

Peki biz kamuculuğu yeniden bir inşa olarak düşünürsek, yolumuz ne olacak? Üretimden topluma, oradan bireysel ve toplumsal varoluşa bir bütünlük içinde, bunun adı yeni bir cumhuriyet ve yeni bir yurttaşlık düşüncesidir. Bu bütünsellik içinde kamuculuk bir şey ifade edebilir. Bu yeni cumhuriyet; yaşamı üretim noktasından gündelik hayata, oradan toplumsal bireysel var oluşa kadar besleyebilir, filizlendirebilir. Hayatı üreten emek ise şimdi bu emeğin kendi cumhuriyetini, kendi toplumunu kurma vaktidir. Bunu açık ve net bir şekilde emekçilerle birlikte omuz omuza söylemek durumundayız. İkincisi toplumun örgütlenmesi ve kendine sahip çıkması gerekliliğidir. Özgüvenli bir şekilde, biz üretiyorsak bu yaşamı siyasal olarak da biz talibiz, yapabiliyoruz demek. Emekçilerin kendi yaşamlarını, çalışmalarını, eğitimlerini, sağlıklarını, kültürlerini planlayarak bir toplum ve bir cumhuriyet ufku... Buradan işte yeni cumhuriyetin çalışma hakkına sahip; eğitime, sağlığa ulaşabilen; iyi konutlarda barınan, kültürel ve sanatsal faaliyetlerini yürüten, toplumun gerçek bir parçası olan yeni yurttaşı oluşacak. Yurttaşlık bugün sınıf siyasetini örebileceğimiz de önemli bir kavram. Çünkü bu talepler etnik, mezhepsel, kimliksel bölünmelere göre değil, temel insani talepler. Bu talepler; beslenmeden, her çocuğun sabah bir bardak süt içmesinden başlayıp, kültür-sanat, sağlık faaliyetlerine kadar uzanan bir bütünsellik içinde olmalı. Şu an yaşadığımız hayat adaletsiz, eşitliksiz, eşit olmayan, berbat bir hayatsa önümüzdeki seçenek onun eşitsizliğini azaltmak, adaletsizliğini törpülemek değil, yaşadığımız hayatı başka bir hayatla değiştirmektir.