Bize düşen, depremlere hâkim olmak, sağlam yapılar kurmak, gerçek ötesinin, algının değil gerçeğin peşine düşmek, bundan böyle ekonomik politik her türden enkazın halkın üstüne çökmesini önlemektir.

Gerçek kendini hatırlattığında...

Ülkenin bir bölgesini, 11 ili sarsan, kimilerini yerle bir eden depremde 50 bine yakın insanımız enkaz altında kaldı. Şimdi sorumluları arıyoruz, onlar da bin dereden su getirerek depremin yüzyılın depremi olduğunu, kimsenin bu dehşete karşı bir şey yapamayacağını söyleyerek kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar. Açıkta kalan soru ise binaların nasıl yapıldığıdır; ruhsatların nasıl verildiğinin, kimlerin onayı ile bu çürük yapıların yükseldiğinin, kat üstüne kat çıkmaların, kolon kesmelerin, kumdan harç karıp duvar örmelerin, aşağıdan yukarıya müteahhitlerden siyasetçilere kadar ölüm zincirinin sorumlularının kimler olduğudur. Gerçek kendini acı bir şekilde hatırlattı. O nedenle artık her konuda gerçeğin peşine düşmek, algı yöntemi ile gerçeği eğip bükenlerin foyasının meydana çıktığını da nihayet görmek gerekiyor. Gerçek eğilip bükülebilir algı ile değiştirilebilir bir şey değildir. Post-truthçuların anlattığı masal, gerçek ötesi diye biri şey yok, gerçeğin kendisi var ve o kendisini kimi zaman acı bir şekilde gösterebiliyor. Ortaya çıkan bu gerçek başka gerçekleri de su yüzüne çıkarıyor. Çalıp çırpanlar, kat çıkarak ekstra kâr ederek insanın en acı gerçeği olan ölümü çağıran üstenciler de gerçektir. Gerçeğin zamanı geçti şimdi gerçek ötesinin zamanıdır diye ahkam kesen entel mütercimler de belki şimdi gerçeği görebilmişlerdir.


Postmodernistler “büyük anlatılara” düşmandırlar. Çünkü parçalanmış dünyalarında, bütünlük gösteren sistemler, teoriler, paradigmalar onların temel tezlerini daha baştan çürütür. Doğru ya da yanlış boşluk bırakmayan sistemleri, kendilerine hayat hakkı tanımayan paradigmaları bu nedenle yok saymayı, onlarla tartışmamayı tercih ederler. Biliyorlar ki ne postmodernizmin ne de onun türevi, mütemmim cüzü post-truth’un sahip çıkılacak bir yanı var. Örneğin postmodernizmin sıkı savunucularından Jean Baudrillard, “Hayır hayır der, ben postmodernist değilim, yapıştırmayın bu sıfatı bana.” Büyük anlatılara düşman Lyotard da öyle, üstü kapalı kabul eder postmodernistliği. Aslında buradaki sinsi sahiplenmenin, “ne yapalım, modernizm öldü ve artık çağı belirleyen postmodernizmdir,” demelerinin temel nedeni kültürde, edebiyatta, ekonomide ve kuşkusuz politikada büyük bir rahatlık sağlaması, “konuş konuşabildiğin kadar, kim tutar seni” diyen “serbestiyet”in dizginsiz kalemlere sağladığı aldatıcı özgürlüktür.

Kötülüğün şeffaflığı

Modernizmin arkasında nasıl aristokrasiyle, monarşiyle mücadele eden burjuvazinin yükselmesi var idiyse, postmodernizmin arkasında da pili tükenmiş kapitalizmin ayakta kalmak için kendini yenileme, varlığına teorik bir zemin yaratma çabası var.

Aydınlanmanın daha sonra burjuvazinin gelişim çizgisine sömürüye dayanan yapısıyla çelişen çatışan yönleri ağır bastı, bir anlamda ona egemen oldu. Karmaşık bir durumdur; dayanışmaya sahip çıkan, demokratikleşme kazanımlarını savunan sosyalizme uzanan, aydınlanma mantığı ile çelişmeyen gelişmeler ya da çabalar karşılarında modernizmin çocuklarından biri olan postmodernizmi buldular. Babasına düşman hayırsız evlat ile yıpranmış ve yaşlanmış babanın kavgasını seyrediyor gibiyiz.

Bir türlü büyüyemeyen hayırsız evladın oluşmamış, oluşamayacak karakteri giderek nihilist bir mızmıza dönüştü. O artık, “evrensel değerleri, büyük tarihsel anlatıları, insanlığın varoluşu için bulunabilecek sağlam dayanak noktalarını ve nesnel bilginin olanaksızlığını reddeden” evden kaçmış çocuktur. “Hakikate, bütünlüğe ve ilerlemeye şüphe ile yaklaşır; kültür seçkinciliği olarak gördüğü her şeye karşı çıkar; kültürel göreceliğe yakın durur ve çoğulculuğu, devamsızlığı ve heterojenliği savunur” (Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, s. 13, Literatür Yayınları). Onlardan biri belki de en pervasızı Jean Baudrillard’dır ve desteksiz hükümlerle dolu KötülüğünŞeffaflığı’nda adeta açıkça kötülüğü savunur. Kanıt arama, mantık yürütme zahmetine girmez, sadece söylenir o: “Proletarya proletarya olarak kendini yadsımayı başaramadı; Marx’tan bu yana bir buçuk yüzyıllık tarihin gerçekliği budur. Proletarya sınıf olarak kendini yadsımayı ve böylelikle sınıflı toplumu yıkmayı başaramadı. Bu başarısızlığın nedeni belki de iddia edildiği gibi proletaryanın bir sınıf olmamasıdır; sadece burjuvazi hakiki bir sınıftı ve dolayısıyla yalnızca burjuvazi kendini yadsıyabiliyordu. Gerçekten de bunu yaptı: Burjuvazi ve burjuvazi ile birlikte sermaye, sınıfsız bir toplum doğurdu; ama bunun proletaryanın kendini yansımasıyla ve bir devrim sonucunda ortaya çıkacak sınıfsız bir toplumla hiçbir ilişkisi yoktu. Proletarya ise yalnızca yok oldu. Sınıf çatışmasıyla aynı anda ortadan kayboldu” (s. 16-17, Ayrıntı Yayınları). Bu kadar çok deli saçması iddia ancak postmodernizmin insana hiçbir sağlam hareket noktası bırakmamayı ilke edinen, nesnelliğin inkârına dayalı dünyasında olabilir.

Gerçeği görme zamanı

Ne diyelim? Ekonomik yapıyı, sınıfları, belli toplamsal ve politik güçle egemen olan iktidarları, siyasal partileri, kitlelerin hareketini, kadınların gençlerin sağlam temellere dayanan eylemlerini bir yana bırakalım, yalnızca bütün tarihsel gelişmenin, bilimin izniyle gelişen ve daha çok tüketime endeksli teknolojinin, sermayeye ve devletlere tabi araçlarını mı esas alalım? Mücadeleyi görmezden gelelim, baştan yenik mi sayalım? Gerçeğin kendini göstermesi için yüz binlerce insanı öldüren savaşları, daha yeni ülkemizin yaşadığı dehşeti görmezden mi gelelim. Aslında bir şey olmadı bunlar yalnızca görüntülerdir mi diyelim.

Postmodernizm ve onun güncel saldırısı post-truth, özellikle ve her zaman olduğu gibi aydınları kültür insanlarını entelektüel camiayı ikna edeceğine güveniyor. Algıya boyun eğen, adlı adınca söylemek yerine “hakikatin önemsizleştirilmesi” gibi gerçeklerin üstünün örtülmesine, yalanın dolaylı savunulmasına hizmet eden yaklaşımlar ne yazık ki entel dünyada karşılık buluyor. Yazarların üzerinde fazla düşünmeden kullandığı kavramlarla yazıya sızıyor; yalanın doğrudan savunuculuğuna soyunanların sayısı da artıyor; gazete ve dergilerin sayfaları internet siteleri yalancılarla, post-truthcularla dolup taşıyor.

Aydınlanmayı eleştirmeden savunmanın yanlışlığının ve imkânsızlığının görülmemesi bu güruha yanıt vermeyi zorlaştırıyor. Çok çocuklu modernizm bir yandan bireyin “özgürleşmesi” için olanaklar yaratırken, öte yandan yeni kölelik biçimlerini besler. Onun eleştirisi de bu temel üzerinde şekillenir. Modernizmin kendini yenilemesi bilinen gerçeğin, çalışan insanın dolaylı olarak tüm insanların sömürülme “özgürlüğünden” kurtarılması bu bilincin yaygınlaşması ile mümkün olabilir. Aydınlanma insana bu kapıyı açmış ancak mülkiyet bağından kurtulamamış modernite ile ilerlemenin sürekliliği sağlanamamıştır.

***

Şimdi aşılması gereken engel, gerçekliğin tanınması, bir kavram olarak hakikatin izinin sürülmesi, eşitlik-özgürlük-adalet kavramlarının gerçek içeriğine kavuşturulması, yani sömürünün reddedilmesi, ortadan kaldırılması ile mümkün olacaktır. Gerçeklik durumun değiştirilmesi için mücadeleyi, hakikat ise bu zorunluluğun teorik olarak kavranmasını anlatır.

Siz ne kadar saklamaya çabalarsanız çabalayın yalan dolanla inşa ettiğiniz yapılar çöker. Bize düşen; bugüne kadar başaramadık ama bundan sonra gerçeğin izini sürmek, depremlere hâkim olmak, sağlam yapılar kurmak, gerçek ötesinin, algının değil gerçeğin peşine düşmek, enkazın halkın üstüne değil, onu yaratanların üstüne çökmesini sağlamaktır.