Üç milli takım forması terlettiği kariyerinde, hiç Dünya Kupası oynamaması büyük şanssızlıktı. Arjantin ve Kolombiya o tarihlerde bir hiçti; İspanya deseniz, 1962'de turnuvaya gittiyse de Di Stefano'nın sakatlığı onu Şili'ye götürmemişti

Kimilerine göre Real Madrid demekti. Bir devin yazgısı, onun kulübün kapısından içeri girmesiyle değişmişti. Kendi deyişiyle futbol ona her şeyi vermişti. Oysa o futbola çok daha fazlasını vermişti...

Önceki gün Madrid'de 88 yaşında son nefesini veren Alfredo Di Stefano 1926'da dünyaya merhaba demişti. Doğduğu Buenos Aires kısa sürede doyduğu yer oluyordu. River Plate'de başladığı kariyerinde bir ara pişmesi için Huracan'a kiralanmış, nereye giderse gitsin gollerini sıralamıştı.

Arjantin'deki grev tüm yaşamını değiştiriyordu. Tango diyarının milyonerlerinden Kolombiya'nınkine geçişi sessiz olmuştu. Ekmek parasının peşinden paranın çuvalla verildiği lige koşmuştu. Millonarios'taki takım arkadaşlarından Adolfo Pedernera abisinden rakiplere saygıyı öğrenecek, Hector Rial ile sonradan İspanya'nın başkentine ikâmetini aldıracaktı.

1952'de Kolombiya ekibi hazırlık maçında Nuevo Estadio Chamartin'de Real Madrid'i 4-2 yeniyor, ülkenin devleri onun peşine düşüyordu. Film gibi bir hikâyenin sonunda ertesi sene eflatun-beyazlılara geliyor, 1955'te de İspanya'da ilk resitalini verdiği stadın adı Santiago Bernabeu oluyordu.

Aslında tarihin en tartışmalı transferini müsaadenizle biraz anlatmaya çalışmalı... Barcelona hem oyuncu, hem de oyuncunun haklarının bir tarihten sonra tamamen ait olacağı River Plate ile anlaşırken, Real Madrid asıl Millonarios'la işi bitiriyordu. Durum FIFA'ya taşınıyor, dünya futbolunun patronu topu İspanya Futbol Federasyonu'na veriyordu.

Kucağındaki bombanın farkında olan federasyon tarihe geçecek bir kararın altına imza atmıştı. Di Stefano iki yıl Barcelona, iki sene de Real Madrid forması giyecekti. Hazırlık maçlarında Katalan devi için sahne alan yıldız en yapacaktı derken, bordo-mavililer haklarından feragat ediyor, böylece bir destan yazılmaya başlanıyordu.

Barça tarihinin en iyisi olarak kabul edilen Kubala ile yan yana oynasa; futbol tarihi bambaşka yazılacak, İspanya'da en fazla şampiyon olan, Kupa 1'i en çok kazanan takım olan Real Madrid belki de sıradan bir ekip olarak kalacaktı...

O günlerin en iyi futbolcusunu ezeli rakibine kaptıran Barcelona Başkanı Marti bir hafta sonra istifa etmek zorunda kalmıştı. Di Stefano'nun ilk sezonu beklendiğinden de destansıydı. Gol kralı oluyor, 21 yıllık şampiyonluk hasretini dindiriyordu. Yaptıkları adeta yapacaklarının teminatıydı!

Beyaz Şimşekler'in golden sorumlu devlet bakanı, Puskas'ın gelişinden sonra ruh ikizini bulmuştu. Eğer Sovyet tankları 1956'da Budapeşte'de cirit atmasaydı, tarihin en büyük ortaklıklarından biri yaşanmayacaktı. Ülkedeki iklim değişikliğini müteakip Macarların futbol ilahı İspanya'nın, saz arkadaşları Czibor ve Kocsis de Katalunya'nın başkentine adım atmıştı. Madrid'in fendi Barcelona'yı yenecekti...

Real'de 11 sezonda 8 lig, 5 Şampiyon Kulüpler şampiyonluğu yaşayan Di Stefano yetmezmiş gibi tüm finallerde fileleri havalandırmış, sonuncusunda hat-trick yapmıştı. İşte 1960'da Eintracht Frankfurt'u İskoçya'da 7-3 yendikleri bu unutulmaz maçta Puskas ile yaptıkları futboldan çok daha fazlasıydı...

1963'te Venezüela'da kaçırılmışsa da iki gün sonra serbest bırakılmıştı. Franco rejimi tarafından kurşuna dizilen Julian Grimau'ya dikkat çekmek için alıkonmuştu. Yıllar sonra kendisini kaçıran Paul del Rio ile 2005'teki bir galada bir araya gelmişti.

38'inde çok sevdiği takımı yine zirveye çıkardıktan sonra başkan Bernabeu'dan sportif direktör olması için gelen teklifi reddediyor, iki sene Barselona kentinin kraliyetçi takımı Espanyol'a gidiyordu. Kısa da olsa rüyalar gerçek oluyor, Kubala ile yan yana top oynuyordu.

1966'da topa vurmayı bırakan futbol adamı, hünerlerini kulübede de göstermişti. Hem gençliğinde formasını giydiği River'ı, hem de onların ezeli rakibi Boca Juniors'ı; İspanya'da da Valencia'yı şampiyon yapmıştı. Yarasalar'a bir de Kupa Galipleri kazandırmıştı. Büyük aşkıyla hep ikinciydi; Real Madrid'in teknik direktörüyken ligde, kupada, Kupa Galipleri'nde hep zirvenin bir basamak altında kalmıştı. 2000'de kulübün onursal başkanlığına getirilmiş, camiaya katılan her yıldızın imza töreninde sahne almıştı. Ondan öncesi pek sıradandı, sonrası destandı!

Üç milli takım forması terlettiği kariyerinde, hiç Dünya Kupası oynamaması büyük şanssızlıktı. Arjantin ve Kolombiya o tarihlerde bir hiçti; İspanya deseniz, 1962'de turnuvaya gittiyse de Di Stefano'nın sakatlığı onu Şili'ye götürmemişti. Anlayacağınız tüm unvanlarının yanında bir apoleti daha var: Dünya Kupası'nda oynamamış en iyi futbolcu!

Gerek Real Madrid'deki, gerek Şampiyon Kulüpler'deki gol rekorları sonradan kırıldıysa da tarihin en büyük efsanelerinden biriydi. Birçok listede Pele, Maradona ve Cruyff'tan sonra dünyanın en iyi dördüncüsü. Catenaccio'nun babası Helenio Herrera'ya göre ise en iyisiydi. Zira o gerektiğinde sahada her yerdeydi!

Daha önce de anlatmaya çalışmıştım, ben bu oyunu çok erken yitirdiğim babam yüzünden sevdim. Uzaktaki bir babanın çocuğuyla iletişim kurma aracıydı futbol. Sayısız öykü dinlemiş, belki de küçücükken onları biriktirmeye başlamıştım. Rüyalarımda Metin Oktay kafayı vurur, Lefter uzaklardan kaleyi bulurdu. Pele her yerden her şekilde gol atar; Garrincha herkesi ipe dizdikten sonra sıfıra iner, tur bindirip santraya dönerdi. Best sanatkâr, Matthews zanaatkârdı. Puskas ile Di Stefano'nun ortaklığı galiba uzaktaki bir adam için aşktı. Önceki gün göçen belki de çocukluğumun son kahramanıydı...