Bir konferansta tam da bu meseleyi merak eden moderatör, yazara şu soruyu yöneltiyor: “Kitabınız ne ölçüde kurmaca ne ölçüde gerçek?” Yazar belli ki bu konu üzerine kafa yormuş, moderatörü şöyle cevaplıyor: “Tamamı kurmaca”.

Gerçek olmayan olaylardan esinlenmiş bir roman: Leïla Slimani’nin Başkalarının Ülkesi

İLKER KOCAEL

Bir roman ya da filmde beliren “Gerçek olaylardan esinlenilmiştir” ibaresinin okuma/izleme deneyimimiz üzerindeki etkisi nedir? Birçok film ve romana bu ibarenin -muhtemelen çoğu zaman belirli bir pazarlama stratejisi çerçevesinde- kondurulması boşuna değil. Çünkü okuyucu/izleyici belli ki birilerinin hayal dünyasının ürünü “uydurmaca” eserlerdense, kaynağını “gerçek olaylardan” alan eserlere daha fazla rağbet ediyor.

Nihayetinde Yeşilçam’ın kötü adamı Erol Taş’a sokak ortasında haddini bildirmeye kalkışacak ölçüde kurgunun gerçekliğine inanan bir toplumda yaşıyoruz. Ülkemizde karşı karşıya kaldığımız gerçek olaylar da “Bunlar ancak filmlerde/romanlarda olur” seviyesinde bir absürtlük içerince, zihnimizde gerçek ile kurmacanın iç içe geçmesi o kadar da şaşırtıcı olmasa gerek. Peki bu kaosun ortasında bir romanı okumaya giriştiğimizde; gerçeklikle kurmacanın, yaşanmış olanla hayal edilenin, tanıklıkla uydurmacanın arasına bir çizgi çekebilmemiz mümkün olabilir mi?

Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı kitabında roman okumaktan yeterince zevk almasını bilmeyen iki okur tipini öne sürerek bir anlamda bu soruya cevap veriyor. Pamuk’a göre birinci okur tipi, “bütünüyle saf okurdur”: Siz istediğiniz kadar romanınızın kurmaca olduğunu söyleyin, bu tip okur yine de yazdıklarınızın sizin yaşamınızı yansıttığını düşünecektir. Yani Erol Taş’ı sokakta hırpalayan, izlediği filme kendini tamamen kaptıran “saf izleyicilerin” roman türündeki muadillerinden bahsediyoruz. Pamuk’un ikinci okur tipi ise “bütünüyle düşünceli okurdur”: Saf okurun aksine bu tip okur, yazarın ortaya koyduğu kurgunun tamamen hesap kitaba dayandığına inanır. Yazarın biçim ve içeriğe dair her türlü tercihi, yüzde yüz bilinçli, amaçlı ve rasyonel planlamaların ürünüdür. Dolayısıyla kurmaca eserde yazarın hislerini, düşüncelerini; kısacası yazarın kendisini aramak nafiledir.

Bütünüyle saf ve bütünüyle düşünceli okurun romandan alamadığı zevki ancak bu belirsizliğin tadını çıkaran okur alabilir. Çünkü bu okur bir taraftan saf okur gibi kendini romanın akışına bırakır ama diğer taraftan gerçekmiş gibi akan olayların arkasında yazarın cılız da olsa sesini işitir, bu anlamda ihtiyatı elden bırakmaz. Pamuk’a göre yazara düşen görev, okuyucunun içine düştüğü bu belirsizliği deşerek onunla bir tür oyun oynamaktır: “Roman yazmak, okuyucunun beklentileriyle satranç oynamak, okuyucunun beklentisini tahmin edip ona karşı çıkmak ve yaşanmış deneyim ile hayal edilmiş şeyi ustaca ve bilgece karıştırma işidir.”

Anlıyoruz ki bir romancıya “Bu kitap gerçek olayları mı anlatıyor” ya da “Bu kitabın baş karakteri siz misiniz” türünden sorular sormanın pek bir anlamı yok. Çünkü bu belirsizlik üzerine düşünmek ve hayal gücü yardımıyla farklı ihtimalleri değerlendirmek de roman okuma deneyimine dahil. Kaldı ki meseleyi biraz daha felsefe sularına çekersek; bir kişinin dilin sınırları içerisinde, perspektiften azade bir gerçekliği okura iletmeyi amaçlaması fazla iddialı bir girişim gibi görünüyor. Otobiyografik anlatının bu anlamda pür kurmacayla aynı düzlemde bulunduğunu söylemek mümkün; çünkü her ikisi de gerçeklik dediğimiz şeyden kendine düşen payı alır almasına ama dil dolayımıyla vücuda geldiği için artık iki türün de gerçekliği bire bir yansıtma ihtimali kalmamıştır.

Kurmaca ve gerçeklik arasındaki kaypak sınırlardan bahsettim, çünkü bu yazıda Fransız-Faslı genç yazar Leïla Slimani’nin bu meseleyle yakından ilişkili romanı Başkalarının Ülkesi’nden (Birinci kısım: Savaş, Savaş, Savaş) sözü açacağım. Bu meseleyle yakından ilişkili, çünkü bu kitap Slimani’nin anneanne ve dedesinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fas’ta kendilerine bir hayat kurma çabalarını anlatıyor. Slimani, bu romanı üçlemenin ilk kitabı olarak tasarlamış: Üçlemenin ikinci romanı anne babasının kuşağını ele alacak. Üçüncü roman ise Fas’tan Fransa’ya göç eden kendisinin ve kendi kuşağının hikâyesini anlatacak.

Gerçek ve kurgu arasındaki ayrım meselesi bu noktada önem kazanıyor, çünkü Slimani her ne kadar kendi ailesinin hikâyesinden yola çıksa da ortaya koyduğu eser bir roman. Mollat Kitabevinin düzenlediği bir konferansta tam da bu meseleyi merak eden moderatör, yazara şu soruyu yöneltiyor: “Kitabınız ne ölçüde kurmaca ne ölçüde gerçek?” Yazar belli ki bu konu üzerine kafa yormuş, moderatörü şöyle cevaplıyor: “Tamamı kurmaca. Zaten ben bir romancının kurmaca ile gerçeklik arasında bir ayrım yapabileceğine inanmıyorum. Kurmaca, gerçeği görmenin yollarından biridir. Gerçeklikse inanmaya daha teşne olduğumuz bir kurmacadan ibarettir.”

Genel anlamda her roman kurmaca ve gerçeklik arasındaki karmaşık ilişkiden beslense de Başkalarının Ülkesi bu ilişkinin özel biçimde belirdiği romanlardan biri, çünkü yazarın romanı kurgularken kullandığı malzemenin büyük bir bölümü küçükken anneanne ve dedesinden dinlediği hikâyelere dayanıyor. İşin ilginç yanı, bu hikâyelerin çoğu yazarın anneanne ve dedesinin akşamları aile sofrasında eğlence olsun diye anlattığı uydurma hikâyelerden ibaret: Örneğin savaş esiri olarak Alman askerlerinin eline düşen dedesi, karnından aşağı inen yaranın ne olduğunu merak eden küçük Leïla’ya Almanya’da nasıl dev bir kaplanla boğuştuğunu anlatıyor. Leïla bu yaranın sebebinin kampı çevreleyen dikenli teller olduğunu çok sonraları anlıyor. Ancak ona göre hayattaki en büyük şansı, anneanne ve dedesinden dinlediği ve hikâye anlatıcılığında ona büyük güç veren bu “gerçek dışı” hikâyeler.

İşte böylece kurmaca ile gerçeklik arasındaki ayrımı epeyce silikleştiren Başkalarının Ülkesi, Fransız genç kadın Mathilde’in Fransa için savaşan Faslı asker Emin’e âşık olup onun ülkesine doğru yola çıkmasıyla başlıyor. Tren ve gemi yolculuklarıyla dolu iki uzun günün sonunda Mathilde düşlediği yeni hayatına kavuşmak üzere Rabat’a varır ve Emin’e kavuşur. Ancak kavuşmalarının üzerinden birkaç gün bile geçmeden Mathilde bu ülkenin ataerkil zihin yapısına toslar. Emin, eşine herhangi bir söz hakkı tanımadan bir anda annelerinin evine yerleşeceklerini söyler. Mathilde’in itirazlarını Emin tek bir sözle keser atar: “Burada işler böyle.”

Daha ilk günlerde Mathilde hayalini kurduğu hayatı yaşayamayacağını anlar: “İşte o anda kendisinin bir yabancı olduğunu anladı; bir kadın, bir eş, kaderi başkalarının elinde bir varlıktı.” Mathilde, Emin’in ailesinin evindeyken birçok kez ailenin ataerkil düşünce yapısıyla çatışmaya girer. Özellikle Emin’in kardeşi Selma’nın okuyup ekonomik özgürlüğünü kazanması için Emin’in annesi Muylala’ya telkinlerde bulunur. Ne var ki “Hristiyan gelinden” gelen bu telkinler Muylala’yı kızdırmaktan başka bir işe yaramaz. Bir kadın olarak Mathilde, haddini aşıyor ve onu ilgilendirmeyen meselelere burnunu sokuyordur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Fas’ın içinde bulunduğu siyasi iklim, ailenin işini daha da zorlaştırır. O dönemde Fas hâlâ Fransız sömürgesidir, Fransa devletine ve onlarla iş birliği içinde bulunan başta Fransız uyruklular olmak üzere Müslüman olmayan gruplara yönelik yerel halkta müthiş bir hınç birikmiştir. Bu hınç, her gün yeni katliamlara kapı aralar ve Mathilde dolayısıyla aile de kendi güvenliğinden emin olamaz. Kaldı ki bu hınç aile içine de sıçrar: Emin’in milliyetçi kardeşi Ömer, Fransızların yasa dışı ilan ettiği silahlı milliyetçi örgüte katılır. Ömer, Fransızlar adına savaşmış ağabeyini vatan haini olarak görüyordur.

Mathilde bir anda yoksulluğun, ataerkil baskının, milliyetçi öfkenin ortasında bulur kendini. Faslı biriyle evli yoksul bir Fransız olarak ne yerel halkta ne de Fransız burjuva çevrelerinde kabul görür. Babası hayatını kaybettiğinde Mathilde bir süreliğine Fransa’ya gider. Bana kalırsa romanın en etkileyici bölümü, Mathilde’in bu yolculuk sırasında Emin’i ve kızı Ayşe’yi terk edip Fransa’da kendine yepyeni bir hayat kurma planıdır. Fransa’ya döndüğünde Mathilde, yaşadığı onca şeyin kader değil kendi yaptığı seçimlerin sonucu olduğunu, aslında pekâlâ başka bir hayatı tercih edebileceğini fark eder. Yaşadığı cehennemden kaçmak için yanıp tutuşsa da Fas’a geri döner: “Onları o kadar seviyordu ki her şeyden feragat etmişti. Mutluluktan, tutkudan, özgürlükten.”

Işıtan Tual Şekercigil’in akıcı çevirisi ile bir solukta okuyabileceğiniz bir roman Başkalarının Ülkesi. Ne oralı ne buralı olabilen Mathilde’in yaşadığı onca güçlüğe rağmen bir kadın olarak ayakta kalabilme çabasının hikâyesi. İnsan denen canlının tek boyutlu kimliklerden ibaret olmadığını anlatan bir melezlik şarkısı. En çok da Emin’in portakal ve limon ağaçlarını aşılayarak ürettiği “limtakal” ağacının fısıldadığı gerçek bir masal.