Ülkemizde günde ortalama bir kadın şiddet görerek öldürülüyor. Giderek artmakta olan bu sayı, birçok cinayetin istatistiklere yansımadığı göz önünde tutulursa, büyük bir olasılıkla, daha fazladır.

Kadınlar için böylesine karanlık ve ölümcül bir toplumsal ortamda ülke yönetiminin bu konuda ne yaptığı büyük önem taşıyor.

Bilindiği gibi, bundan yaklaşık bir ay önce Türkiye, “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” ya da kısaca İstanbul Sözleşmesi’nin dışına çıkarıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden oybirliğiyle geçmiş ve 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiş olan sözleşme, 20 Mart 2021’de Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın bir kararıyla bu ülke için, üstelik nedenleri açıklanmadan, yürürlükten kaldırıldı. Böylelikle Siyasal İslamcıların “aşırı” kanadının istekleri yerine getirilmiş olduysa da bu konudaki tartışmalar bitmedi.

ELİNİZİ TUTAN MI VAR?

Hafta içinde, 14 Nisan’da, Saray’ın kütüphanesinde “gençlerle buluşmasında” İstanbul Sözleşmesine ilişkin bir soru üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Dinimizde kadına şiddet haramdır” diyor. Haram, “din kurallarına aykırı olduğu için yasaklanmış olan” anlamına geliyor. Başkan, şiddeti dinimiz yasaklıyor demekle kalmıyor; ekliyor “Ankara Sözleşmesi” adı altında İstanbul Sözleşmesi’nden “daha iyisini yaparız!”

Yapılacağı söylenen Ankara Sözleşmesi’nin düşünsel içeriği ve yapısı bilinmeden kadına karşı şiddeti önlemede ne ölçüde etkili olacağı ya da kadının “yaşam hakkını” ne kadar koruyacağı konusunda şimdiden bir şey söylenemez. İzleyip, göreceğiz.

Ancak, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılmasından buyana bir ay geçti, bu bir ayda ısrarla sözleşmeyi yaşatmaya çalışan kadınların istekleri bitmeyen “polis şiddeti” ile karşı karşıya kaldı. Her konuda “hızlı” olmakla övünen iktidar, bu konuda neden yavaş davranıyor?

Kadına karşı şiddetin önlenmesinde elbette ve bir an önce bağlayıcı düzenlemeler yapılması gerekli ve önemlidir. Ancak, bunlar sorunun temeline inemeyeceği için yeterli değildir. Şiddeti önlemede Asıl önemli olan kadının önce çağdaş eğitim alması, sonra da ekonomiye üretici olarak katılmasıdır.

ÜRETİME KATILMADIKÇA

Nâzım Hikmet’in 1939’da yazdığı Kuvayı Milliye Destanı’ndaki o ünlü gözlemiyle “Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen. Ve soframızdaki yeri, öküzümüzden sonra gelen” kadın, aslında bugünün Türkiye’sinde de genellikle benzer bir konumdadır. Çünkü üretime yeterli düzeyde katılamıyor.

Geçmişte üretime katıldığı için öküz çok değerliydi. Ya şimdilerde?

Bugün kadının işgücüne katılma oranı, -istatistiklerine güvenilmeyen, ancak çaresizlik içinde başvurulan TÜİK’in 12 Nisan tarihli Haber Bülteni’nde açıklandığı gibi, çalışma çağı nüfusunun (15-64 yaş grubunun) yalnızca yüzde 31,6’dır. Aynı oran erkeklerde yüzde 68,9 ile bunun iki katından daha yüksektir. Kadın cinayetlerinin yoğunlaştığı genç nüfusta durum daha da ürkütücüdür. 15-25 yaş kesitinde erkeklerin yüzde 49,8’i işgücüne katılıyor; kadınlarda bu oran yüzde 26,6’da kalıyor.

İşe girişler, çalışma koşulları, alınan ücretler, işçinin başta sendikalaşma olmak üzere hakları ile ilgili büyük sorunlar saklı kalmak koşuluyla, bugün ülkemizdeki çıplak gerçek, kadının ekonomik olarak birilerine “bağımlı” olduğudur. Çok açıktır ki ekonomik bağımlılık kadın için gerçek şiddettir.

Bu nedenle kadına şiddeti önlemenin öyle dinden, imandan, haramdan geçmeyen bir tek yolu vardır. Başta ülke yönetimi olmak üzere, toplum olarak, kadının ekonomik bağımsızlığını sağlamak, onu “namerde muhtaç” bırakmamak. Bunun için de kadının başta “yaşam hakkı” ve onun bir ön koşulu olmak üzere insan haklarına tümüyle sahip olması; daha doğrusu, bağımlı ya da kul değil, özgür insan olduğunun toplum olarak kavranması ve bunların temeli olan çalışma hakkını kullanmasının mutlaka sağlanması gerekiyor.

***

Ülkemizin yetiştirdiği, 1953’te komünistlikle suçlanıp iki yıl hapis yatan, büyük Halkbilimci İlhan Başgöz’ü 13 Nisan’da kaybettik; ışıklar içinde olsun.