Tam “hakikat” kamuoyunun ana gündemini oluşturmaya başlamıştı ki, bir kez daha Hızır misali “kurgu”ya sarıldılar. “Hakikat”le Sarraf Davası vesilesiyle görünür hale gelen rüşvet çarkını ve Man Adası belgeleri vesilesiyle toplumun haberdar olduğu off-shore bankacılığı üzerinden kaçırılan vergileri kastediyoruz. Bu iki mesele, rejimin ekonomi-politiğini muazzam bir şekilde sembolize ediyor: Rüşvet, yolsuzluk, paralel ekonomi üzerinden kendini finanse etme ve kendi zenginlerini yaratma, vergi yükünü toplumun alt sınıflarının, emekçilerin üzerine yıkma, hem yerli-milli edebiyatı yapıp hem de bu ülkeden elde edilen kazancın bu ülkede vergilenmesinden kurtulmak için kırk türlü yola başvurma…

“Sarılınan kurgu” bu sefer Kudüs ve Lozan oldu. Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması elbette ki kurgu değil, hem Filistin hem de bölge üzerinde önemli etkiler yaratacak tarihsel bir karar. Kurgusal olan, İslamcıların İsrail’in kararına verdiği tepki. Kurgusal, çünkü İslamcılar ABD ve İsrail’in doğal müttefiki. Gerek petrol monarşileri gerek Türkiye İslamcılığı, bölgedeki anti-ABD ve anti-İsrail pozisyondaki rejimlerin yıkılması için yıllardır ABD ve İsrail’le birlikte hareket etmiş, yakın zamanda Suriye’yi yakıp yıkmak için el ele vermiş, şimdi ise olanca riyakârlıklarıyla güya ABD’nin bu ilanına tepki veriyorlar, muazzam bir oyunculuk, muazzam bir yalan performansı sergiliyorlar.

Lozan’a gelince… “Bir gündem değiştirme aparatı olarak Lozan”a artık hepimiz alıştık. Başın mı sıkıştı, gündem mi değiştirmek istiyorsun, hop atıyorsun ortaya bir Lozan, Misak-ı Milli tartışması, atıyorsun bir “Lozan hezimettir” yalanı, uyduruyorsun bir “Musul Kerkük bizimdir, Irak’ın yarısı, Suriye’nin dörtte üçü Abdülhamid’in tapulu malıdır” masalı, tüm medya bunu konuşmaya başlıyor, geriye kalan ne varsa hemen üzeri örtülüyor.

Bu gayet iyi bilindiğinden, Yunanistan gezisinde de aynısı denendi. Daha Yunanistan’a gitmeden havaalanında “Lozan güncellenebilir” demeci verildi, Yunanistan Cumhurbaşkanı’yla yapılan ikili görüşmede, basının önünde bütün diplomatik teamüller ve nezaket kurallarını hiçe sayan bir üslupla konu dile getirildi, on yıllar sonra gerçekleşen bu gezi iki ülke arasındaki ilişkileri yoluna koymanın bir vesilesi değil, iç kamuoyuna ve tabana yönelik bir hamaset gösterisine dönüştürüldü. Oysa Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunların çözülmesi için Lozan’ın güncellenmesine gerek duyulmadığı, bunun ikili görüşmeler ve yeni ikili anlaşmalarla çözümünün mümkün olduğu biliniyordu.

Hakikatin karşısına kurgunun çıkarılması, kurguya sarılma dedik ama bunun nesnel bir sınırının olduğunu, artık iktidarın bu sınırlara dayandığını, kitlesini genişletmekte de, mobilize etmekte de eskisi kadar başarılı olmadığını görmek gerekiyor. Kudüs meselesinin de Lozan spekülasyonunun da bir karşılığı var ama bu artık ancak tabanın kemikleşmiş, militanlaşmış kesimleri için geçerli. Gerçek hayat, yani pahalılık, geçinememe, borçlar, yoksulluk, zamlar, kendini daha fazla dayattıkça, yeni-Osmanlı fantezisiyle, hilafet hayalleriyle oyalanmak, bunlara sığınmak daha bir zorlaşıyor. Kudüs meselesine verilen tepkiye bakın mesela, onca propaganda aygıtına, onca çağrıya, onca seferberlik havasına rağmen sokakta bir avuç kişi dışında kimse yok.

Benzer bir durum iktidarın “Atatürkçülük hamlesi” için de geçerli. Sarraf davası üzerinden oluşacak basınca karşı “hayırcı” kitleyi tarafsızlaştırmayı hedefleyen bu hamlenin herhangi bir işe yaramadığı, toplumun en az yüzde ellilik kısmının meseleye hırsızlık ve rüşvet üzerinden baktığı, davayı bir milli dava olarak görmediği gözlemlenebiliyor. Yani iktidar partisi artık herhangi bir genişleyici ve kapsayıcı adım atamıyor, kendi tabanının kemikleşmiş kesimlerine doğru daralıyor, toplumsal rıza üretmekte hiç olmadığı kadar zorlanıyor.

Bu ise şöyle ilginç bir manzaraya yol açıyor: Muhalif toplum kesimleri, iktidara aktif bir direniş göstermese de, pasif bir duruşla, bir tür aldırmazlık ve bir tür kayıtsızlıkla, yani bir tür “apolitik politik tutum”la direniyor. İktidar tabanı ise aktif desteğini büyük ölçüde pasif desteğe dönüştürmüş durumda, yani muhtemelen sandığa gittiğinde AKP’ye oy vermeye devam edecek bir toplam, artık desteğini aktif bir şekilde, coşku ve hevesle sunmuyor, bir heyecan yitiminin söz konusu olduğu çok açık. Dolayısıyla toplumun ikiye bölündüğü ama iki tarafın da pasifizmi ve kayıtsızlığı tercih ettiği bir dönemden geçiyoruz.

“Pasif direniş”i aktif bir politik tutuma evriltmek, “pasif destekçiler”de ise soru işaretlerini artırmak, gedikler açmak, bugünün siyasi görevlerinden birini oluşturuyor. Bunun için ise kurgulara karşı hakikate ve hakikatin siyasetine daha fazla yüklenmek, daha fazla sahip çıkmak gerekiyor.