Önümüzdeki hafta sonu sahiplerine kavuşacak olan Oscar heykelciklerine aday olmayı başarmış yapımların önemli bir bölümünün gerçeklere dayanan kurmaca ya da özgün senaryolara sahip olduğunu görüyoruz.

Gerçeklerden kurmacaya

Son bir haftadır Orhan Pamuk’un “Veba Geceleri” romanı çevresinde kopartılan fırtına, gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkilerin yoğun biçimde tartışılmasına neden oldu. Tarihi romanlar ve biyografik yapıtların gerçeklere uygunluğunun tartışılmasına alışkınız da, kurmaca bir yapıtın bir kahramanını ülkemizin ulusal liderine benzeterek yapıtı karalamaya çalışmak, hatta yapıtın yasaklanmasını istemek anlaşılır şey değil. Kurmaca yapıtların esinlendiği kaynaklar üzerinde spekülasyon yapmak eleştirmenlerin işi olabilir, ama buradan ‘milli bir dava’ çıkartma çabasını anlayışla karşılamak mümkün değil.

Sinema dünyası, bu tartışmalara sıkça sahne olur. Ailenin iznini almadan Ahmet Kaya’nın yaşamını konu alan biyografik bir film çekmek, elbette ne hukuk ne de etik açısından doğrudur, ama kurmaca bir karakter üstünden tartışma açmak anlamsızdır. Okurlarımız anımsayacaktır, “Gerçeğin dört atlısı” ve “Sanat hayattan kopunca” başlıklı yazılarımda, gerçek ile kurmaca arasındaki ilişkinin boyutlarını tartışmış, bazı örnekler vermiştim. Güncel veriler ışığında bu konuya bir kez daha eğilmek, son yılın yapıtlarından örnekler vermek istiyorum.


HAYATTAN KİTABA KİTAPTAN PERDEYE

‘Kurmaca’da gerçek karakterler olmaz mı? Elbette olur. Ama, adı konarak olur. Belgesel olmasa da belgesel tadı içeren, bir dönemi, o dönemin kahramanlarını konu alan pek çok film var. Son yıllarda bu ‘trend’in (eğilimin) giderek yoğunlaştığını görüyoruz. Tıpkı belgesel romanların hayali öyküler içeren kurmaca yapıtlardan daha çok ilgi görmesi gibi, gerçek kişilerin yaşamlarını ele alan filmler de daha çok izleniyor. Belgesel ile kurmaca arasındaki sınırlar giderek muğlaklaşırken, kurmaca filmlerin katıldığı yarışmalarda uzun metrajlı belgesellerin de aynı kulvarda yarışması artık olağan karşılanıyor.
Önümüzdeki hafta sonu düzenlenecek çevrimiçi törenle sahiplerine kavuşacak olan Oscar heykelciklerine aday olmayı başarmış yapımların önemli bir bölümünün gerçeklere dayanan kurmaca ya da özgün senaryolara sahip olduğunu görüyoruz. Belgesel ve kısa metrajlı belgesel kategorilerini de hesaba katarsak, sinema dünyasının gerçekle bağlarının giderek güçlendiğini söyleyebiliriz. Oscar yarışında en iddialı film olan “Nomadland” (muhtemelen özgün adıyla gösterime girecektir, ama anlamını bilmek isteyenler için ‘göçebeler ülkesi’ diye çevrilebilir) bu konuda en güzel örnek.

“Ağabeylerimden Öğrendiğim Şarkılar” adlı ilk filminde Amerikan yerlilerinin insancıllıkla yoğrulmuş kültürel değerlerine duyduğu saygıyı yalın bir sinema dili ve müthiş bir görsellikle dile getiren genç yönetmen Chloé Zhao Amerika’ya göçmüş Çinli bir ailenin kızı. Yani, bir toplumda yabancı / öteki olmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyor. Amerika’da öteki mi istersiniz… Siyahlar, latinolar, göçmenler, evsiz-barksızlar, işsizler… Bu son iki grup büyük ölçüde çakışıyor, yani işsiz kalan kentlilerin birçoğu evlerini de kaybediyor. Bu grupta yer alan ve yeni bir yaşam biçimini, karavanda yaşamayı seçen göçebe Amerikalıları objektifinin odağına yerleştiriyor Zhao. Ama, yola çıkarken yalnız değil. Çok önemli bir kaynağı var; gazeteci Jessica Bruder’in “Nomadland: 21. Yüzyıl Amerika’sında Hayatta Kalmak” adlı belgesel kitabından uyarlamış senaryosunu. Chloé, görüntü yönetmeni ve teknik ekibi ile birlikte, karavanda yaşayan, yılın belli dönemlerinde kısa süreli işçilik yaparak geçimlerini sağlamaya çalışan göçmenlerin arasına girerek, yaşamlarına tanıklık ediyor film süresince. “Nomadland”in oyuncularının hemen hepsi amatör, kendilerini oynuyorlar. Bir kişi dışında. Görkemli oyunculuk yeteneğini gerçeğin hizmetine sunarak, rolünü müthiş bir inandırıcılıkla canlandıran Frances McDormand’dan söz ediyorum.

BELGESEL TADINDA KURMACALAR

Doğru bir senaristle birlikte yapılan bir uyarlamanın, gerçekçi film yapmak isteyen yönetmenler için büyük bir olanak olduğunu biliyoruz. Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz”inden Kazancakis’in “Zorba”sına, Cengiz Aytmatov’un “Beyaz Gemi”sinden Knut Hamsun’un “Açlık”ına, Jack London’un “Martin Eden”inden James Joyce’un “Dublinliler”ine sayısız yapıt var, bu bağlamda anabileceğim.

2021 Oscar ödüllerinin ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ dalındaki adayları arasında, “Nomadland”in yanı sıra başka güçlü adaylar var. Irkçılığa değinmeden Amerikan tarihinden söz etmenin pek olanaklı olmadığını gösteren Regina King’in “Miami’de Bir Gece” adlı filminin senaryosunu Kemp Powers kendi oyunundan uyarlamış. Bu dalın güçlü adaylarından biri, ama sanırım Chloé Zhao’nun elinden kapamayacak Oscar heykelciğini. Siyah politikayı konu alan bir başka yapım, George C. Wolfe’un “Ma Rainey: Blues’un Annesi” de bir uyarlama; August Wison’un aynı adlı oyunundan uyarlanmış bir senaryoya sahip. Başka dallarda adaylıkları var, ama bu dalın adayları arasına giremedi.

Uyarlama Senaryo dalında şans tanınan filmlerden, Florian Zeller’in “Baba”sı, yönetmenin aynı adlı oyunundan uyarlanmış. Senaryoda Zeller’in yanı sıra, ünlü senarist Christopher Hampton’un adı var. Anthony Hopkins’in canlandırdığı Alzheimer hastası bir adamla kızının ilişkilerini inandırıcılıkla aktaran yapım, üyelerinin çoğunluğu belli bir yaşın üstündeki Akademi’nin sempatiyle baktığı bir film olacak hiç kuşkusuz, ama bu daldaki ödülü kazanacağını sanmam. Kanımca beş aday arasında en zayıf olanlardan biri, Kazak kahraman Borat’ın Amerika’daki maceralarını anlatan siyasal güldürü. Filmin senaryosu, Sacha Baron Cohen ve üç arkadaşı tarafından Cohen’in kitabı “Borat Sagdiyev”den uyarlanmış. Güncel siyasete ilişkin göndermeleriyle bugünkü temamız ‘kurmaca-gerçek ilişkisi’ bağlamına cuk oturan bir yapım. Tıpkı, Hintli yönetmen Ramin Bahrani’nin Hindistan’da vahşi kapitalizmin yükselişini konu alan “Beyaz Kaplan” gibi. O da bir roman uyarlaması: Aravind Adiga’nın “Beyaz Kaplan”ından…

ÖZGÜN SENARYOLAR

Bu kategorideki beş aday arasında tercih yapmak kolay değil, çünkü çok güçlü adaylar var. Aaron Sorkin’in yazıp yönettiği “Chicago 7’lisi Davası”, 1968 yılında Amerika’daki bir protesto eylemine karışan ve haksız biçimde suçlanan gençlerin öyküsü. Filmin lezzeti, gerçekliğinden kaynaklanıyor bana kalırsa. Sahaka King’in yönettiği, senaryosunda yönetmenle birlikte üç yazarın imzasını taşıyan “Yahuda ve Siyah Mesih” (Judas & the Black Messiah), farklı bir kültürden gelmesine karşın hiç yabancılık çekmediğimiz bir konuyu ele alıyor: Illinois’deki Kara Panterler Partisi Başkanının, yakın çevresinden -FBI’a hizmet eden- bir muhbirin ihanetine uğramasını…

Dariush Marder’in “Sound of Metal”inin duyma yetisini yitiren bir davulcunun içine düştüğü bunalımdan kurtuluş çabasını anlatan senaryosu, yönetmenle birlikte iki yazarın ortak çalışmasının ürünü. “Minari”nin senaryosu ise, yönetmen Lee Isaac Chung’un imzasını taşıyor. Amerika’ya yerleşmiş Korelilerin yaşadıkları güçlüklere karşın hayata tutunma çabalarını anlatan yönetmen, kurmaca yazarken gerçeklerle bağını asla koparmamış.

Pek çok eleştirmenin bu daldaki Oscar’a layık gördüğü Emerald Fennell’in yazıp yönettiği “Yetenekli Genç Kadın” (Promisng Young Woman) ise, tecavüze uğrayan üniversite arkadaşının intikamını almak için planlar yapan bir kadının öyküsü. Carey Mulligan’ın dört dörtlük bir performans sergilediği film, Akademi’nin kadın üyelerinin desteğini alacaktır hiç kuşkusuz. Ama benim tercihim “Chicago 7’lisi Davası” ve “Yahuda ile Siyah Mesih” olurdu. Haftaya tüm dallardaki adaylarımı paylaşırım, Oscar gecesi öncesi…