Türkiye’nin daha önce de birçok kez yaptığı gibi, yine, bir “değerinin” kıymetini bilmek bir yana cezalandırdığı ortada; bununla tarihine yeni bir utanç eklediğine de kuşku yok.
Bu utançlar ardı ardına eklenince, ülkenin kaderi de ortaya çıkıyor. Bir yanda, yüreğinin yarasını ortaya dökmekten, gerçekleri konuşmaktan korkan kalabalıklar, öte yanda içinde iyiliklerin, güzelliklerin boğulduğu yalan-dolan anaforu...

Oysa, yaşamın ve ülkenin acımasızlığı içinde yoğurulmuş bir yüreğin seslenişlerini bir duysa, dinlese... Belki, içine kapatıldığı yalan kabuğu bir yerden çatlayacak; belki yüreğindeki katılık yumuşayacak; belki, insan olmanın ortak kaderi ve yalnızlığına bir yanıt bulacak... Belki...

Ve Aslı Erdoğan’ı duymak...
» Kimin için, hangi dünya adına yazıyorum? Kendimdeki öteki, ötekindeki kendim mi? Bu dünya adına mı, yoksa hiç var olmamış, ya da çoktan küle dönüşmüş bir başka dünya adına mı? Edebiyat, tanrılarıyla olduğu kadar şeytanlarıyla da hesaplaşmak zorundadır, kendi doruklarına göz dikmişken, çukurlarına yuvarlanmaya hazır olmak...

“Oysa köşe yazarlığında”, diyorum, ansızın bastıramadığım bir ağlama isteğiyle, Hanım Baran’ın ölümünü hatırlayarak, “böylesi hesaplaşmalara girecek vaktiniz yoktur.” Hiç tanımadığınız biri, bir cezaevinin bir hücresinde tek başınadır. Ölüyordur... Bir yazının neyi, nasıl değiştireceğine dair soruları sormazsınız. Yazmak zorunda olduğunuzu, şaşmaz bir kesinlikle bilirsiniz, o kadar. İşitilsin işitilmesin, hayata seslenir, fısıldar, bağırır, çığlık atar, çoğu zaman yanıt alamazsınız. Sözcüklere basa basa karşı kıyıya ulaşamadan, bir girdabın ortasında, suçluluk, çaresizlik içinde... (Özgür Gündem,3.09.2014)

» Ben kaldığım yerden sürdürünceye dek, biraz geri çekilip kalemimi bileyinceye, ruhumla bedenimi kapkara açılmış kapıdan geçirinceye dek bir ölüm haberi daha Tuzla’dan geldi. 23 yaşında bir tersane işçisi Metin İnanır, doğum gününde, halatı kopan vincin altında ‘kaderince’ öldü. Ağıtlar soğumadan, tepkiler dillendirilmeden, hatta ben bu yazıyı bitiremeden belki biri daha ölecek kaderince. (Kaderin kılıcı, kalemlerimizden daha keskin bu coğrafyada!) Bir pazar sabahı gelecek ölüm, vinçlerde, iskelelerde, karanlık tünellerde...

Adını koyalım bari bu ülkede işlenen cinayetlerin. En azından bunu yapalım. (Radikal, 31.05.2010)

» Bodrumlarda kuşatılmış insanların –kimi yaralı, kimi çocuk— diri diri yakıldığı günlerde yaşamanın ve yazmanın dayanılmaz ağırlığı… Hayatın yerine ikame edilen sözcüklerin, sözcüklerin üstlendiği sessizliğin korkunç ağırlığı… O uçurum orada ve burada, geçmişte, gelecekte, bugünde… Biz ne kadar gözlerimizi kaçırsak da, o benzersiz derinlikteki bakışlarını gözlerimizden ayırmıyor. (Özgür Gündem 20.05.2016)

» Unut demek işin kolayı. Unutmak imkansız ve haksızlık. Biri size karşı bir suç işlemiş ve bunu unutmak suçluyu azat etmektir.....

Bir şekilde hayat bizi parçalıyor ve trajik kısmı da bu… Geriye dönüp baktığınızda tüm bunlardaki anlamsızlık aslında en incitici olan. Çektiğiniz onca acının bir anlamı bile yok çoğu zaman. Boşu boşuna çekilmiş. (Elele Dergisi Temmuz 2009 Aslı Öktener Köse röportajı)

» Tomar tomar kâğıtlara, tükenmez kalemlere, eskimiş, tüketilmiş, kullanıla kullanıla yorgun düşmüş sözcüklere bel bağlamak. Gaddarlığın önünde diz çöken, göz yuman, alttan alan bu dünyayla yüzleşmeyi, yüzleştirmeyi denemek. İnsan yüreğini (gösterişli ama tehlikeli bir tamlama) sarmalayan buzulları kırabileceğini ummak. Kendi ‘ben’inle, benindeki ‘öteki’yle konuşmak. Sözcüklerin yalnızca adlandırdığını, adlandırırken içi boş birer kabuğa, birer maskeye dönüştüğünü bile bile...

Hiçbir metaforun bir ölüyü diriltemeyeceğini bile bile, ‘h’leri, ‘a’ları, ‘t’leri bir araya getirip ‘hayat’ diye yazmak. İçine kendi soluğunu üflemek. (Radikal 8.05.2010)

» Daha ne kadar, ‘sözün bittiği yer’ tamlamasını bir mezar taşı gibi yazılarımızın başına dikecek, sonra da onu biraz öteleyebilmek, kendimizden uzaklara iteleyebilmek adına, yadsıdığımız söze sığınacağız? Kurumuş kabuklar gibi çın çın öten sözcüklerden, kavramlardan, formüllerden daha ne kadar medet umacağız? Kendi kendimizin papağanına dönüştüğümüzün çaresizce farkında, aynı cümleleri sıralayıp aynı yazıları yazacağız, okuyacağız… Daha kaç kez, kaç gün, kaç yıl kalmadığı yerde anlamı, tükendiği yerde umudu arayacağız… Eşelediğimiz küllerin canlanmasını, kanatlanmasını bekleyerek… (Özgür Gündem 10.11.2015)
» Özgürlüğü ve barışı savunmak, ne bir suç ne de kahramanlık, bizim görevimiz…

Savunmaktan öte, bu sözcüklere kaybettikleri anlamlarını, kutsallıklarını iade etmek… Gücümüz yettiğince… Katliamlara suç ortağı olmamak ise, bir hak ve görevden öte, asıl varoluş nedenimiz… Bu da bizim, gücümüz yettiğince taşıdığımız, gücümüz yettiğince sevdiğimiz ‘kayamız’, alınyazımız. (Özgür Gündem 26.04.2016)

» İşitilsin, işitilmesin: Katliamı meşru kılacak hiçbir siyasi görüşe ya da kavrama inanmıyor, kıyımdan medet uman her anlayışın, devletinki dahil, kendi meşruluk zeminini yitirmenin de ötesinde, insanlık suçu işediğini düşünüyorum. İntikam arayışıyla herhangi bir eşitlik ya da özgürlük mücadelesi verilebileceğine inanmadığım gibi, bin bir bedelle kazanılmış hakların bu kan deryasında boğulmasından kokuyorum. (Özgür Gündem, 22.03.2016)

» Ve başlamak... Yeniden, bir kez daha. Yıllardan, yenilgilerden, mevsimlerden, ölümlerden sonra, onca vaadinden ve ihanetinden sonra yazgının, yeniden başlamak. Örümcek ağlarından kurtulan bir sinek gibi, yarım yamalak kanatlarını rüzgara açarak yola koyulmak. Bir sonsuz kez daha.

Başlangıçlarla sonlardan oluşan hayatın nasıl geri dönüşsüz, acımasızca geri dönüşsüz olduğunu öğrenmiş gözlerin uzaklara, kendi hayali ufkuna dikili.

(Radikal 3.05.2010)

Kuşkusuz Aslı Erdoğan, yine örümcek ağından kurtulup başlayacak; yaşamaya da, yazmaya da... Ama bu ülkenin örümcek ağlarından kurtulmak için, içindeki iyilikleri güzellikleri yaşatmayı, yalanları kovmayı ne zaman öğreneceği bilinmiyor!