Tarkovsky, hangi iktidar tarafından kurgulanmış olursa olsun, mutlak ve durağan kılınmak istenen gerçekliklerin insan ruhunu kısırlaştıran doğasına dikkat çekmek istemiş gibidir

Gerçekliğin Sınırında Bir ‘İzsürücü’: Andrei Tarkovsky

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

Varoluş, yaşama durduk yerde dahil olmanın ‘saçmalığını’ giderme güdüsünden doğar. Tuhaf olanı anlamlandırma pratiği de denebilir. Anlam ise, sistemik iktidar(lar)ın manipüle ettiği gerçeklik zemininde hep ‘eksiktir’. Eksik seyreden anlam karşısında ‘arzu ve merak’ sıfırlanmayan bakiyeler olarak hep vardır. Varoluşumuzu besleyen bu iki duygu, verili gerçeği mütemadiyen sorgulama ve değiştirme çabalarına bağlanır durur. Felsefe ve sanat, isyan ve devrim bu çabaların sonucudur. İnsan bu uğurda ölümü bile göze alır.

‘Bir sorgulama ve anlamlandırma pratisyeni olarak Tarkovsky’ yi en iyi anlatan filmi hangisidir?’ diye sorsalar, tereddüt etmeden ‘Stalker’ derim. Bağlamı içinde var olmaya çalıştığı vasati gerçekliğin ufkunda tutkulu bir ‘İzsürücü’ dür çünkü.

Otoriter bir iktidar tarafından tasarımlanmış baskıcı bir mekândan(Şehir), özgür fakat gizemli bir mekâna(Bölge) yapılan yolculuğu anlatır film. Polis kurşunlarından kaçmayı başaran üç kahraman, küçücük raylı bir taşıta binerek Bölge’ ye doğru yola çıkarlar. İlerleyen sahnelerde filmin kurgusu “bütün” arzuların gerçekleştiği bir ‘oda mekânda’ yoğunlaşır. İzleyici olarak başlangıçta bu bilgiye sahip değilizdir, bittiğindeyse sadece hissederiz.

Raylı taşıtla Bölge’ ye yapılan kısa yolculuk filmin önemli anlarından biridir. Şehrin sınırları terk edilirken alınan risk, şehirden uzaklaştıkça azalır. Kahramanların yüzlerindeki ifade benzerdir ve zihinlerinden sanki şu sorular geçmektedir: ‘Neredeydik, ne yaşadık; nereye gidiyoruz, ne yaşayacağız?’

Cevaplar yoktur. O an için kesin olan şey, birbirini sıfırlayan soruların neden olduğu ‘boşluk’ duygusudur. Sessizce yolun bitmesini beklerler. Raylardan gelen metalik ritm, ilerlemenin, beklemenin ve ‘boşluğun’ etkisini artırır. Bölge’ ye ulaştıklarında kasvetin yerini iyimserlik, grinin yerini yeşil alır.

Ana fikri anlamaya çalışırken harcadığım efordan olsa gerek, yolculuk sahnesinin bitiminde kendimi dördüncü karakter gibi hissetmeye başlamıştım. Diğerleriyle birlikte Bölge’ nin bilinmezliğinde ilerledim; meraklı, endişeli ve gergindim. Sonradan film hakkında araştırma yaparken öğrendim ki, meğer oyuncular rol yapmamışlar; dönemin iktidarı(Brejnev bürokrasisi) Stalker’ a olumsuz baktığından, yönetmen ve oyuncular ‘endişeyi ve gerginliği’ film boyunca kendiliğinden vermişler.

Yorumlarım filmin sanatsal boyutunu kavramayabilir; araç olarak dilin yetersizliğiyle birlikte eksik de kalabilir. Filmi izlerken hissettiklerimle film hakkında yazdıklarım arasındaki ‘fark’ başta beni huzursuz etmişti. Neyse ki imdadıma Sartre yetişti: “Dil eksikli bir şeydir. Her zaman düşündüğümüzden azını söyleriz!”. Derken bu farkın iyi bir şey olduğu kanısına vardım. İçsel bir gerilimin açığa çıkarttığı fazladan “motivasyon” anlamına geliyordu. Sistemin dayattığı ‘kurgu’ gerçekliği ve onun ürettiği kısır öznellikleri altüst ederek, hakiki sanata ve kurucu politikalara alan açmada ateşleyici olabilirdi. Aynı bağlam içinde; tercihlerimiz multedirler tarafından engellendiğinde oluşan içsel gerilimlerin ve öfkenin, neyi, ne zaman, ne şekilde tetikleyeceği bilinemezdi, Gezi’ de olduğu gibi.

Peki, kurgu gerçekliğin zıttı olan ‘gerçeklik’ ne anlama gelmektedir? Kanımca, ortak yaratımın ve birlikte kotarmanın içinde cereyan eden insani ilişkilerin ve etkinliklerin neden olduğu bir ‘akış ve oluş’ haline tekabül ediyor. Bu ‘hareketli hal’ kolektifin iradesini belirlerken, kolektifin iradesi de hareketi etkiliyor ve böyle sürüp gidiyor.

Tarkovsky, hangi iktidar tarafından kurgulanmış olursa olsun, mutlak ve durağan kılınmak istenen gerçekliklerin insan ruhunu kısırlaştıran doğasına dikkat çekmek istemiş gibidir. Bence meseleye daha normatif, daha yalın bakmakta fayda var: Son tahlilde doğa ve üretim ilişkilerince belirlenen insan iradelerini gönüldaşlık zemininde ve ‘ortak etkinlikler’ ekseninde bütünlemenin ve güçlendirmenin çabasından vaz geçmemek gerekir. Sözgelimi, sistemik iktidarın kurguladığı gerçekliğin bir ‘tık’ ötesinde, yani metafizik alanda var olan dine göre, savaşta veya iş kazalarında ölenler şehit sayıldıklarından doğrudan cennete gidiyorlar. Bu durum iktidar(lar)ın işine geliyor, zira açık insanlık suçlarını bu sayede manipüle edebiliyorlar. Diğer yandan, bütünlüklü ve muhalif bir kolektif iradeyle, savaşa, sömürüye ve iş cinayetlerine engel olmak mümkün olabiliyor. Dolayısıyla, sistemin içinden sistemi çökertmek tek kalkış noktası gibi görünüyor. Tarkovsky ise bu grift ilişkiye hor görüyle ve kuşkuyla bakmış, sembolik bir anlatımla ‘anlamı’ marjinal bir alanda aramışa benzer. Ayrıca, yaşamda bütün arzuların gerçekleştiği bir ‘oda mekân’ yoktur. Olsaydı, ne varoluş döngüsünden söz edebilirdik, ne de yaşıyor olmanın esprisinden. Her şeye rağmen etkileyici bir eser yaratmış, ustaca kurguladığı “gizemi” filmin tamamına yayabilmiştir. Pek çok uca bağlanabilecek türden bir gizemdir bu. Zaten iyi film, kendi dinamikleriyle büyümeye açık olan ve izleyicisini de kendisiyle birlikte genişleten film değil midir?

Tarkovsky pek çok iyi sanat eseri yarattı, peki onu kim “yarattı”? Bana kalırsa, toplumcu saiklerini önemli ölçüde yitirerek farklı bir sınıfsallığa ve baskı aygıtına dönüşmüş, buna rağmen sanatsal yaratımla ilişkisini -belli ölçülerde- korumuş bir bürokratik kültür tarafından yaratıldı. Ancak, kendisini yaratan kültürün toplam gücünü filmin son sahnesinde küçümsemiş gibidir: ‘Bir tren, yoksul bir evin yanından geçerken masadaki bir bardak suyu titreştirir. Evin küçük kızı trenin yaptığından çok daha fazlasını yapar; bakışlarıyla bardağı hareket ettirir’.

Kızın yaptığından daha gerçekçi, daha etkileyici olan, Tarkovsky’ nin sanatçılık yaşamı boyunca yaptıklarıdır. Yönetmen, tren sahnesiyle (maddi) gerçekliğin sınırlarının “aşılabildiğini” ima ederken, film boyunca yarattığı ‘estetik gizeme’ –adeta- gölge düşürmüştür. Bölge’ yi hakikatin yapısal olarak değiştiği ve özsel anlamda yoğunlaştığı bir “son durak” olarak yorumlaması ise “öznel bir çelişki” gibi durmaktadır. Filmlerini, verdiği röportajları ve günlüklerini incelediğimde bu kanım pekişti diyebilirim. Sembolleri ve simgeleri yoğun biçimde kullanarak dolayıma vurgu yapan, dahası gizeme odaklanmış bir sanatçıdan –açıkçası- ucu açık bir final beklerdim, tematik bir ‘son durak’ değil.

Her şey bir yana, Şehir’den Bölge’ye raylar üzerinde yapılan kısacık yolculuğu en az malzemeyle ve fakat kusursuz bir derinlikle anlatabilmesi Tarkovsky’ nin dehasının göstergesidir... Puslu havaların çekim için en ideal şartları sunduğunu söylermiş. Ömrünün son sahnesi, puslu bir Aralık günü, doğduğu ve büyüdüğü topraklardan binlerce km uzakta sevenleri tarafından çekilmiştir.